İstanbul Film Festivali’nde bu sene şanslıyım, hem artık
daha fazla zaman ayırabiliyorum hem de görmek istediğim tüm filmlere bilet
bulabildim, üstelik acele etmememe rağmen! “Festival coşkusu” dedikleri şey tam
olarak neye benziyor bilmiyorum, ama eğer normalde başka yerde izleme fırsatı
bulunamayacak aykırı filmleri görebilmenin verdiği doyumsa tarif edilen, çoktan
festival coşkusuna kapıldığımı söyleyebilirim.
Üç filmden söz edeceğim: ikisi geçtiğimiz hafta sonu festivale
izlediğim
Mavi Çin ve
Hammadde, üçüncüsüyse bu yazıyı yazmadan önce internetten
tekrar izlediğim
Story of Stuff. Birbirlerini o kadar iyi tamamlıyorlar ki,
üzerine düşünmeden edemedim.
Mavi Çin, Micha X. Peled’in yönetmenliğinde 2005’te çekilmiş
bir belgesel. Çin’de bir kot fabrikasında işçilerin çalışma koşullarını anlatıyor.
Kamerayı parçalayıp kaçak bir şekilde içeri sokarak ekip belli ki hem kendi
hayatını hem de görüşme yaptıkları işçilerin hayatını tehlikeye atmış. LiFeng fabrikasının
sahibiyle çekimler yapmak için girişimcilik üzerine bir film yaptıklarını
söylemişler ve böylece izin koparmışlar.
Filmde odakta 17 yaşındaki Jasmine’in hikayesi var.
Çiftçilikle geçinen ailesinden ayrılıp iki gün iki gece süren tren yolculuğu
sonrası geldiği şehirde fabrikada çalışmaya başlıyor. Diğer işçiler de onunla
yaşıt, hatta ondan daha küçük. Fabrikada 12 kişilik odalarda beraber
yaşıyorlar. Yıkanabilmek için sıcak suyu ve yemekhanede verilen yemekleri parayla
satın almak zorundalar. Günde 15-16 saat çalışıyorlar, fakat sürekli acilen
yetiştirilmesi gereken siparişler oluyor ve geciktirmemek için tüm gece uyumadan
çalışıyorlar. Haftanın yedi günü çalışıyorlar, hiç izinleri yok. Sadece senede
bir kere yılbaşında eve gidebiliyorlar, o da eğer yeterince para
biriktirebilmişlerse. Gece şehre gezmeye çıktıklarında, işbaşında yorgunluktan
uyuyakaldıklarında ya da şeflerin hoşuna gitmeyen en ufak bir durumda ceza
olarak paraları kesiliyor. Tüm bunlara rağmen kazandıklarını ailelerine
gönderebilmek için uğraşıyorlar.
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgeeUBrI4TtQ9uOIDXo-_LdKYnFymgeerxRtq9xvlvjAbM8xfF9mcZjHAk2-uVvReBebhn2B7-NCWWj_h72-G-OgT0oEJ8O90qxwL-rnpBk_EXAaXLCY7CSrD-UayJXAOaZJ2iQGgitdN0/s320/china_Blue.JPG)
Fabrikada böyle kesintisiz çalışmalarının karşılığı ayda
yaklaşık 100 Dolar. Parça başına ücret aldıkları ve her parçanın ücreti
değişebildiği için ay sonunda ellerine ne geçeceğini takip bile edemiyorlar
aslında, verilene razı olmak zorundalar. Ödemeler her ay söz verilen günde
yapılmıyor, bazen 3 ay para alamadıkları oluyor. Buna karşı duracak hiçbir güçleri
yok, zira örgütlenmek ve grev yapmak yasak.
Tüm bunlara karşın patron hat sanatıyla uğraşıp “ruhunu dinlendiriyor”
ve işçilerini yazıp duvarlara astığı, çalışkan ve itaatkar olmayı öğütleyen
sloganlarla “eğitiyor”. Karısıysa bereket için her sabah bitmek bilmeyen dualar
okuyor. Çevredeki diğer fabrikalarda koşulların çok daha kötü olduğunu,
işçilerin açgözlü olduklarını, köylü oldukları için çalışma disiplinine sahip
olmadıklarını söylerken patronun söylediklerine gerçekten inandığını hayretle
izliyoruz.
Nasıl oluyor da bazı ürünler bu kadar ucuz olabiliyor, nasıl
oluyor da habire alıyor alıyor alıyoruz? Cevabın bir kısmı bu filmde açık açık
duruyor işte. Çin’de daha çocuk yaşta köle gibi çalıştırılan işçilerin emeğinin
karşılığı ödenmiyor, yani aslında bizim tükettiğimiz ürünlerin parasının çoğunu
onlar ödemiş oluyor.
Filmdeki en etkileyici anlardan birisi tam da buraya
dokunuyor: Jasmine, yaşıtı olan çocuklar mı giyiyor acaba diye merak ederek,
ürettiği kot pantolonun cebine koymak için bir mektup yazıyor… Pantolonların
büyüklüğüne çok şaşırıyorlar, kendileri gibi üç kişi girebilir içlerine zira.
Oysa bizim için ne kadar normal değil mi, habire yiyen yiyen ve yiyen Batılılar…
Tükettiğimiz şeylerin nasıl üretildiğini gördükten sonra,
üzerine bir de tüketip çöpe attıklarımızın başına neler geldiğini izledim.
Hristos Karakepelis’in çektiği 2011 yapımı Hammadde de belgeselvari bir film,
Yunanistan’da geçiyor. Plastik brandalardan yapılmış çadırlardan, derme çatma kulübelerden
oluşan, adı olmayan bir gecekondu bölgesinde yaşayan Romanlar üç tekerlekli
küçük pikaplarıyla gece-gündüz Atina’yı turlayarak çöplere, yol kenarlarına
bırakılan metal eşyaları topluyorlar. Topladıklarını götürüp sattıkları
hurdalıkta metaller önce tartılıyor ve kilo başına ücretlendiriliyor. Sesini
duyduğumuz işçi diyor ki, “biliyorum 500 kilodan az değil, ama 300 kilo
tartıyorlar, kabul etmek zorunda kalıyorum, çünkü başka seçeneğim yok.”
Bir hurdalıkta yan yana, üst üste dizilmiş eski buzdolaplarını,
çamaşır makinelerini gösteriyor kamera, sonra bir de yan yana, üst üste dizili
evleri. Bir kenara atılmış eşyalar gibi, tıkış tıkış apartmanlarda oturan bizler
de tükeniyor muyuz, tüketiliyor muyuz acaba?
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgKKtl4N-RG8GU1r9jjol6GR4ydA_LpqOFs5-rfEkN8i-GqDMxFNiMVrCxngXK6ACa0NhadLDDpIn0UMO65CfXQRpIy-GuZim9aoyNhVPGXAjiJS4u0OMCoPK08AnkTwBjxzb9UmjVNft8/s320/Hammadde.JPG)
Arnavut, Türk ve Hintli geri dönüşüm işçileriyle kendi
dillerinde yapılmış çekimler de var. En çok etkilendiğim Hintlilerin hikayesi
oldu. Metallerin toplanıp getirildiği fabrikada çok yüksek sıcaklıklarda metali
eritip kalıplara döküyor ve inşaatlarda kullanılan demirleri oluşturuyorlar.
Onlar da tıpkı Çin’deki Jasmine gibi günde 15-16 saat çalıştıktan sonra
ağrılarıyla uyuyakalıyorlar. Dumandan öyle kötü etkileniyorlar ki, şiddetli
öksürükten mustaripler. Dişlerini fırçaladıklarında tükürdükleri suyun siyah
renkte olduğunu söylüyorlar. İnşaat demirleri tıra yüklenip savaşta yıkılan
binaların yerine yenilerinin inşa edildiği Lübnan’a gönderiliyor. Küreselleşme
böyle bir şey olsa gerek: Roman, Arnavut, Türk ve Hintli işçiler Yunanistan’da
çalışıyor, üretilen ürün Lübnan’a gidiyor!
Bu iki filmi peşi sıra izlemiş olmam tamamen tesadüf. Ama çok
iyi bir tesadüf oldu bu, çünkü üretim ve tüketim gibi madalyonun iki yüzünü
göstermeleri bakımından, daha önce de sözünü ettiğim gibi birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar.
Belki de Story of Stuff’ı daha önceden izlemiş olduğumdan, örneğin Mavi Çin’den
sonra aklıma ilk gelen şey “artık kot almayacağım” oldu. Çünkü o 20 dakikalık
müthiş videoda doğal kaynakların çıkarılması, fabrikalarda üretim, mağazalarda
satış, tüketim ve atıkların yok edilmesi sürecinin kilit noktasının alışveriş
yapmak, bir şeyi satın almak ve tüketmek olduğu mükemmel bir şekilde
anlatılıyor. Denklemdeki “altın ok” gerçekten de tüketime işaret ediyor. Biz
talep etmez, tüketmezsek tüm dengenin nasıl bozulabileceğini gösteriyor.
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6yRxc4ZDCVS3qIdrCdgGEopW4SKKdSY4EY95cK6zFEFR-lueMWLT7Ye_2Tp2MbVttJfzjHektSF5Jc2SevE3NMdHOFatzMPp2EU9OR5mNuN7t7eu86XfLlmoGreA0hnzyUoz4DsTsIHc/s320/story_of_stuff.JPG)
Medya bizi modadan haberdar etmekle kalmıyor, sadece ve
sadece tüketimi gösteriyor, sadece moda olanı tüketerek mutlu olacağımızı
öğretiyor. Ana akım medyanın asla göstermediği üretim ve geri dönüşüm süreci
ise işte böyle aykırı filmlerin konusu olabiliyor ancak.
Ben de filmleri sadece izleyerek tüketmek değil, bu yazıyı
yazarak üretmek istedim…