29 Eylül 2012 Cumartesi

Atatürk Arboretumu


Bugün size dün gezdiğim güzel bir yeri anlatmak istiyorum: Atatürk Arboretumu. Arboretum da ne ola ki diye soracak olursanız, bir çeşit ağaç parkı veya botanik bahçesi demek yanlış olmaz. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ne göre “böyle bahçeler bilimsel araştırma ve gözlemler için kullanılmakla birlikte, çeşitli canlı ağaç türlerinin koleksiyonunu barındıran birer müzedir.”

Yeri Bahçeköy’de ve ulaşımı pek zor değil. Hacıosman metro çıkışından 10-15 dakikada bir kalkan Bahçeköy otobüslerine binip Kemerburgaz Yolu durağında iniyorsunuz. Yemyeşil ve boş yollardan hızla geçiyor otobüs, kısa sürede ulaşıyorsunuz yani. Tek sorun, otobüsten indikten sonra 5-10 dakikalık bir mesafeyi kaldırımı olmayan ve kamyonların sıkça geçtiği bir yolun kenarından dikkatlice yürümek zorunda kalmanız.

Ziyaret zamanları bir tuhaf, sıradan ziyaretçilere sadece haftaiçi açık. Web sayfasının SSS bölümünde neden haftasonu kapalı oldukları sorusuna cevaben haftasonu insanların gelip burada piknik yapmak istedikleri yazılmış! Haftasonları sadece yıllık üyelik ücretini ödeyen serbest giriş kartlı ziyaretçiler girebiliyormuş. Bu arada haftaiçi giriş ücreti neredeyse bedava: 2 Lira, hatta öğrenciyseniz 1 Lira.

Girişte edinebileceğiniz krokili bir broşür mevcut. Alanı numaralı bölümlere ayırmışlar ve her bölümde ne tür ağaçların bulunduğu broşürde yazılı. Ama tabii “pseudotsuga douglasi” veya “sequoia sempervirens” gibi isimler size de bana olduğu gibi pek bir şey ifade etmiyorsa, broşürle oyalanmayı bırakıp başlıyorsunuz dolaşmaya. Her ağacın altında bir etiket var, Latince ve varsa Türkçe adı, senesi, dünyanın neresinden geldiği falan yazıyor etikette.

Girişte sağda ve solda çok güzel küçük göletler bulunuyor, içlerinde de bolca nilüfer ve ördek. Göletlerin kenarında hayli romantik tahta banklar var, saatlerce oturup kitap okuyabilir, kafa dinleyebilir insan. Parkın çeşitli yerlerinde şık çeşmeler var, akan suyun içilebilir olduğu yazıyor yanında. Ben içmeyi denemedim, neme lazım… Ayrıca etrafta büfe veya cafe gibi bir yer olmadığı için, uzun süre kalacaksanız çantanızda atıştıracak küçük bir şeyler olmasında fayda var.

Haftaiçi gündüz vakti kimsecikler olmaz sanıyordum, ama yine de epey insan vardı, muhtemelen facebook için sürekli birbirine poz veren bir kadın grubu, birkaç genç çift, bebek arabasıyla gezen birkaç kişi ve bir de çevredeki özel okullardan birinden gelen ve sürekli çığlık atarak oradan oraya koşuşturan ilkokul çocukları ve onların anneleri… 



Ağaçlarda sincapları aradım, özellikle meşe palamudunu pek severlermiş diye öğrendiğimden meşelerin civarında bakındım, ama göremedim. Yorulduğum için parkın uzak yerlerine kadar gidemedim, ama krokiye göre oralarda da karacalar varmış.

Neticede doğal güzelliğiyle, temizliği ve bakımlılığıyla, sakinliğiyle Atatürk Arboretumu gidilip görülesi bir yer, tavsiye ediyorum…

24 Ağustos 2012 Cuma

Kurutulmuş çiçeklerden kitap ayraçları üretmek


Bugün sizle renkli ve sempatik kitap ayraçları üretme yöntemimi paylaşacağım. Seneler önce başladı bende bu merak. Başta epey amatördüm, fakat giderek tasarımlarımın biraz daha iyileştiğini düşünüyorum. Bugüne kadar birçok ayraç yapmama rağmen şu an elimde bir tane bile kalmamasının nedeni de her fırsatta arkadaşlarıma yaptıklarımı hediye etmem. (Zamanında ayraçlarımdan verdiğim dostlarım, umarım işinize yaramışlardır, umarım hâlâ kullanılır vaziyettelerdir…)

Efendim, benim kitap ayracı tasarımlarımın hammaddesi çiçekler. İlkbaharda bahçede açan rengârenk çiçeklerden bolca toplayıp, artık neredeyse hiç kullanmadığım eski ve epey kalın sözlüklerin, ansiklopedilerin sayfaları arasında bu çiçekleri kurutuyorum. Çiçekleri bir kere yerleştirdikten sonra yaklaşık 2-3 ay dokunmuyorum, neredeyse unutuyorum onları. Böylece iyice kuruyorlar, zira nemli kalmasalar daha iyi olur.  


Sonra, renkli kartonlardan yaklaşık 5 cm eninde ve 20 cm boyunda dikdörtgenler kesiyorum. Kartonların rengiyle çiçeklerin renginin kontrast yaratması daha güzel oluyor bence, bu nedenle örneğin turuncu kartonlara mor çiçekleri ya da yeşil kartonlara sarı çiçekleri uhuyla yapıştırıyorum. Yaldızlı renkli kalemler edindim, desen çalışırken kullanması keyifli oluyor. İşte bu kalemlerle kartonun köşelerine, yanlarına minik süslemeler yapıyorum. Eskiden adımı yazmazdım, artık alt köşeye adımı da yazar oldum; galiba övünüyorum artık yaptıklarımla! :)


Ayraçlar hazır sayılır, son kritik aşama çiçekler bozulmadan kalın kapaklı bir defterin ya da ona benzer koruyucu bir şeyin içinde onları alıp bir ozalitçiye götürüp pvc kaplattırmak. Mat ve A4 boyutunda pvc'lerin bir tanesine 3-4 tane ayraç yan yana sığıyor. Pvc kaplama makinasında bir silindir bulunuyor, birkaç kere üst üste silindirden geçirtmek sanırım en hayırlısı. En sonunda pvc’nin fazlalıklarını kesip, ayraçların köşelerini batmasın diye yuvarlayınca artık kullanıma hazır oluyorlar.

Çok zahmetli gibi duruyor, ama aslında hiç de öyle değil. Benim gibi bir kitabı okurken sıkılan, aynı anda birçok kitabı paralel okuyan birisiyseniz bir dolu kitap ayracına ihtiyaç oluyor. Ve insan kendi yaptığı şeyi kullanırken daha çok keyif alıyor. Bence denemeye değer…  :)

2 Ağustos 2012 Perşembe

"Böyleyken Böyle"

Bu aralar hazır işten ayrılmış ve doktora başvurularına falan hazırlanırken, böyle süper ultra entelektüel şeyler, dergiler, makaleler, klasikler falan okuduğumu sananlar elbette vardır, çok doğal olarak. Tabii ki başladım yeniden azıcık da olsa makale okumaya, lakin bugünlerde okumaktan en büyük haz aldığım şey “Böyleyken Böyle”, yani Semra Can’ın karikatürleri.

Ülkenin bence tartışmasız en popüler muhalif mizah dergisi Penguen’deki yegane kadın çizer Semra Can. Kış boyunca her hafta köşesini okuduğum an, o haftanın nadir en güzel anlarından olmuştu. Ta ki, kitabı çıkıncaya dek! :) Şimdi derginin bir sonraki sayısını beklememe gerek kalmıyor, ooh, kitapta yüze yakın sayfa var. Hepsini bir oturuşta okumuyorum ki, hemen bitmesin, azıcık daha sürsün şu keyif…

Bu kitap mutlaka edinilmeli; samimi bir neşe garanti!

Semra Can siyasete girmiyor, girmeli mi emin değilim. O sadece ve sürekli kendisini çiziyor. Evet, neredeyse her karede o var. Karadenizli, annesi hamsi pişirdiğinde evine koşacak kadar koyu Rizeli, kedileriyle yaşayan, bolca sigara ve kahve tüketen, bahçesindeki çiçekler için ölüp biten, fena halde kıvırcık saçlı, kendisiyle inanılmaz dalga geçebilen bir kadın bu. Rum bir üst kat komşusu var, Madam Eleni, o da kedi delisi, habire kedileriyle konuşur durur. Semra sanki bütün hafta sadece evde oturur, pinekler, ne çizsem diye düşünür düşünür, krizlere girer, son gece çizer ve haftada bir kere dergiye gider. Gerçekten böyle olduğuna inanasım geliyor valla, evde üzerinden hiç çıkarmadığı kırmızı eşofman altı ve terliklerinden fırlayan yamuk çoraplarıyla tam bir ev kuşu görüntüsü çiziyor zira.
Arkadaşlarıyla her buluşmasından köşesine malzeme çıkarır, her bir şeyi çizecek diye insanlar iki cümle laf etmekten çekinir olurlar. Az deli değildir aslında, hayatı kedileriyle konuşarak geçer, kedileri sayesinde hayatını kazanır bile diyebiliriz. Ne de olsa Fıçı ve Miço olmasa “Böyleyken Böyle” de tam olamazdı herhalde. Evin esas efendisi kedileridir zaten. Yatakta birlikte yatarlar, kediler çoğunlukla yorgan gibi Semra’nın üzerinde yatarlar, bazen de Semra onları yastık gibi kullanır.

Ev halleri, kedisi, çiçeği, haftada bir dergiye gidişi, her karede Semra Can işte...
Sonra Semra duygulu kadındır. Ha, romantik değildir ama! Sabahları erken kalkmaz, kalkarsa huysuzdur. Böcekten, fareden falan korkar. Çocukluğundan beri hala özendiği, içinde kalan tuhaf şeyler vardır, ya da işte kilolarıyla falan başı derttedir, o yüzden habire rahatlıkla ağlar. Güldüğü zamansa yerinde duramaz, hoplar zıplar, dans eder. Hem de şu nidayla: “Tey tey tey!” :)
Bu tabii benim karikatürlerde anlatıldığı kadarıyla tanıdığım Semra Can profili, gerçekten bir Semra nasıl biridir bilmem, ama muhtemelen çizdiği gibidir, yani çizimler o kadar doğal ve gerçek geliyor ki insana!
Bütün bunları neden anlattım? Mayıs 2012’de çıkan “Böyleyken Böyle” kitabını hala edinmediyseniz acilen edinmeniz gerek. Samimi bir neşe garanti, ben kefilim.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Tiramisu

Krep ve bisküvili limonlu pelteden sonra tatlı tarifleri serisine tiramisu ile devam! :)
İtalyanca "tira mi su" "beni yukarı çek" anlamına geliyormuş. Gerçekten yerken insanı mutluluktan uçuran bir tatlı bu. Keki ıslatırken kahvenin içine rom eklemek, kek yerine özel bir çeşit bisküvi ile yapmak veya labne peyniri yerine yine özel bir çeşit peynir kullanmak da mümkün, fakat bunlar şimdilik benim kısıtlı olanaklarımı aşıyor...

Malzemeler:
Yarım litre süt (yaklaşık 3 su bardağı)
2 çorba kaşığı tepeleme un
2 yumurta sarısı
2 çay bardağı şeker
1 paket vanilya
Bir kutu labne peyniri
Kakao
Hazır pasta tabanı
Nescafe

Efendim, yine yapımı inanılmaz kolay ve pratik, kısaca tembel işi bir tarifle karşı karşıyayız! Malzemelerden de anlaşılacağı üzere, kullanılacak kek hazır satılıyor, biz sadece kremasını yapıyoruz… Kekin sadesi ve kakaolusu satılıyor, ben kakaolu olanı tercih ediyorum, bence daha lezzetli oluyor. Bir de iki katlı olanlar da var, üç katlı olanlar da. Üç katlı kakaoluyu epey zamandır bulamıyorum, ama bulabilirseniz bence o en ideali.


Tiramisu için gereken malzemeler böyle…

Süt, un, yumurta sarısı, şeker ve vanilya karıştırılarak pişirilir.
Biraz soğuyunca labne peyniri ile karıştırılır.

Kekler büyükçe bir bardak nescafe ile ıslatılır.

Krema keklerin arasına ve üstüne sürülür.



En üste kakao serpilir.

Tabii sonunda buzdolabında bekletmek gerek, servis etmeden önce krema soğumalı. Afiyet olsun! :)

27 Temmuz 2012 Cuma

Çıralı

Tatil için dünyanın en sessiz, sakin ve huzurlu yerini arıyorduk. Geçen Eylül’de gittiğimiz Gümüşlük gibi bir yer olmalıydı, küçük bir koy ve hoş bir ortam. Bozburun’a baktık, Adrasan’a baktık, sonunda Çıralı’da karar kıldık. Sadece beş günümüz vardı; Temmuz sıcağında bir Cuma akşamı yola çıktık.

Ulusoy’la yaptığımız gece yolculuğumuz tatilin tek kötü bölümünü oluşturdu. Yanımıza aldığımız hırkalarımıza rağmen klimadan dolayı çok üşüdük, yastık ve battaniye isteklerimiz de sonuçsuz kaldı. Biletleri alırken defalarca sorup teyit almamıza rağmen otobüsün Çıralı yönüne gitmediğini öğrendik ve Antalya’da inip Kemer’e, oradan da Kumluca minibüslerine binmek zorunda kaldık. Otobüs ekibi öyle kabaydı ki, durumu anlattığımızda “şikayet edersiniz o zaman” dediler sadece! Ulusoy’un merkezine şikayet edeceğiz tabii ki ve bir daha da bu firmayla seyahat etmeyeceğiz!
Neyse ki tatilin geri kalanında hiçbir sorun yaşamadık, hatta her şey inanılmaz yolunda gitti… Booking.com’dan yüksek puan almış İkiz Pansiyon’da bir gece kaldık. Kesinlikle çok memnun kaldık, herkese tavsiye ediyorum. İki kişi olmamıza rağmen bize dört kişilik bir bungalov verdiler ve çok rahat ettik. Bungalovları belli ki yeni yaptırmışlar, çok temiz ve özenle tasarlanmıştı. En önemlisi de işletmeci ailenin misafirperverliğiydi. Gerçekten çok iyi insanlardı ve kendimizi çok rahat hissettik. Bahçedeki erik ağacından anneleri marmelat yapmıştı ve sabah kahvaltısında bolca verdikleri kreplerin yanında mükemmel oldu! :)

Pastanenin şık bahçe
dekorundan bir parça 

Vardığımız ilk gün sıkı bir öğle uykusundan sonra Çıralı’yı keşfe çıktık. Zaten küçücük bir yer, keşfetmesi çok kolay oldu. İlk bulduğumuz yerlerden birisi İpek Pastanesi oldu, ya da kapıdaki ismiyle Patisserie.  Temmuz sıcağında ve daha da beteri çok yüksek derecedeki nemli havasında, rahatlıkla Çıralı’nın en güzel rüzgar alan yeri diyebilirim. Zevkli bir şekilde dekore edilmiş ve çok keyifli bir şekilde caz müziği çalınıyor. Ürünleri çok lezzetli, fakat neredeyse İstanbul’dan pahalı. Elmalı turtanın bir dilimi 8 lira! Yine de ortamın güzelliği için, biraz da alternatifsizlikten 2-3 kere gidip oturduk burada. Faldan hiç anlamamama ve mide rahatsızlığım nedeniyle artık içemememe rağmen kahve falı bile baktım!

Dağın eteğindeki berrak
denizden çıkmak istemiyorsunuz...

Çıralı’nın denizineyse doyamadık diyebilirim. Dağın eteğinde yüzüyorsunuz resmen. Ve o kadar berrak ve temiz ki, sudan çıkmak hiç istemedik. Biz Caretta Caretta’lara hiç rastlayamadık, fakat bu kaplumbağaların sahile yumurta bıraktığı yerlerden birisiymiş Çıralı. İki yerde yumurtaların bulunduğuna dair uyarı gördük, birileri korumaya çalışıyor, ne güzel…

İlk geceden sonra üç gecelik rezervasyonumuz olan Hotel Villa Monte’ye geçtik. Burayı arkadaşlar tavsiye etmişti ve çok memnun kaldıklarına dair epey ısrarcı olmuşlardı, biz de güvendik… Burada da her şey çok güzeldi, odamız, bahçe, yemekler, insanlar, hepsi mükemmeldi. Tek sıkıntı bahçedeki sivrisinekler, onlara karşı da gidip marketten ilaç aldık mecburen.

Otelden denize 5-10 dakikalık yürüyüşte
içinden geçilen turunç bahçesi

Otelde birçok Alman misafir de vardı, kimisi yaşlı, kimisi küçük çocuklu aileler. Hepsi de çok kibar ve saygılı insanlardı. Plajda da, tekne turunda da birçok Alman aileyle yan yanaydık ve gözlemlediğimiz kadarıyla kesinlikle çocuklarını bizden çok farklı yetiştiriyorlar. Her nasıl oluyorsa çocukların hiç sesi çıkmıyor, hiçbir şekilde rahatsızlık vermiyorlar ve anne babaları onlara sürekli kitap okuyor.


Çıralı zaten tam da çocuklu ailelere uygun bir yer. Çok güvenli ve huzurlu. Gece hayatı diye bir şey yok. Geceleri ortalık neredeyse tamamen karanlık. Tek alternatif otele dönmek! İlla ki yürüyüş yapacağım derseniz bir el feneri edinmek iyi bir fikir olabilir. Pek ışık olmayınca yıldızlar da öyle güzel görünüyor ki…

Tekne turundaki duraklardan birisi

En son olarak da dönmeden önce son gün yaptığımız tekne turundan bahsetmeden olmaz. 10.30’dan 17.30’a dek süren tekne turunda birbirinden güzel 4 koya gittik ve her birinde yaklaşık birer saat yüzme molası verdik. Çocuklar suya atlamak için birbiriyle yarıştı resmen. Bu sefer de yüzmeyeyim, canım istemiyor, yoruldum, yedek bikinim daha kurumadı falan gibi bahaneleri kesinlikle saf dışı bırakan bir çekiciliği vardı tüm koyların, saatlerce yüzdük nihayetinde.
Tatilde eğlence, dans, müzik ya da sosyal-kültürel ortam peşindeyseniz Çıralı uygun bir yer olmayabilir. Gidip görmedik, ama çok yakındaki Olimpos bunun için daha elverişli olsa gerek. Ama eğer huzur ve sükunet arıyorsanız, Çıralı çok uygun bir yer olabilir. Ama uyarmadı demeyin, ortalıktaki yegane gençler bizdik, etrafta bolca çocuklu aile ve yaşlı var...

17 Temmuz 2012 Salı

Eğitimde 4+4+4 Düzenlemesine Dair

Bir patırtı ve gürültü arasında, daha kamuoyu ne olduğunu bile anlamadan, doğru dürüst tartışılmadan yasalaştırılıveren 4+4+4 sistemine ve sürece dair iki güzel çalışmayı paylaşmak istiyorum.

İlki ERG ekibinden sevgili Aytuğ'un Heinrich Böll Vakfı'nın dergisi Perspectives için kaleme aldığı hayli bilgilendirici yazısı.

Aytuğ Şaşmaz'ın Perspectives'teki yazısı

Diğeriyse yine ERG ekibinden Batuhan Aydagül'ün Bilgi Üniversitesi'nde yaptığı ön açıcı sunum. Video 40 dakika sürüyor, ama konu o kadar ilgi çekici ki, süreyi fark etmiyorsunuz bile!

Batuhan Aydagül'ün Bilgi Üniversitesi'ndeki sunumu

Okulların açılmasına iki ay kala yeni eğitim sistemiyle ilgili birçok belirsizlik çözülebilmiş değil. Aytuğ'un iafedesiyle: "Resmi okullar ve özel okullar, gelecek yıl hangi öğrencileri hangi öğretim programıyla okutacağını, bir ilkokul olarak mı yoksa ortaokul olarak mı hizmet vereceğini, 4. sınıftan 5. sınıflara geçişin nasıl olacağını, tüm bunlar bir yandan sürerken tüm okullarda öğrencilere tablet bilgisayar verilmesini öngören FATİH Projesi’nin nasıl uygulanacağı konularında fikir ve bilgi sahibi değil."

Tüm bunlar olurken eğitimde eşitlik ve nitelik tartışmalarına da elbette sıra gelmiyor, gelemiyor...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Geri döndüm!

İki ayı aşkın süredir Blog’a bir şey yazamadım, seni lüzumlu lüzumsuz gevezeliklerimden mahrum bıraktım, ey sevgili okur!
Zor zamanlardı, hem sağlığım çok iyi değildi, hem de işle ilgili yoğunluk ve sıkıntı büyüktü. Ama şimdi bir sayfa kapanıyor, başka sayfalar açılıyor, zira işimden istifa ettim.
Daha fazla şey okuyup yazmak, biraz dinlenmek ve toparlanmak ve yeni döneme hazırlanmak için artık bol bol vaktim olacak.
Ayşegül Blog’da yeniden şenlenecek… :)

17 Mayıs 2012 Perşembe

Koray Ariş Retrospektif Sergisi


İlginç bir heykel sergisi tavsiye edeceğim bugün.
Resim ve seramik hocam Zeynep Hanım’ın önerisi üzerine, İş Kuleleri Kibele Sanat Galerisi’nde 9 Haziran’a dek sergilenecek Koray Ariş retrospektif sergisine gittim bir akşam iş çıkışı. Heykel sanatçılarını tanımıyor olmak benim cehaletim, nitekim Koray Ariş’in ismini de ilk kez duyuyordum.
Sergi geniş bir alana kurulu, içeriye girer girmez kocaman eserler karşılıyor ziyaretçiyi. Küçük işleri de yok değil, ama çoğunlukla epey büyük figürler çalışmış sanatçı.

İşlerin büyüklüğünün yanı sıra belki de en çok malzemesi dikkat çekiyor, zira ahşap, deri ve kösele malzeme kullanmış. Ve muhtemelen amatörlüğümden kaynaklı olarak, sanki sadece bu malzemeleri kullanmak için bu figürleri oluşturmuş gibi bir izlenim edindim ilk başta.
Daha sonra sergi kitabındaki bir röportajında okuduğum kadarıyla, Ariş malzeme olarak deriyi çok seviyormuş, deriyi her aşamasında kendisi işliyor, temizliyor, cilalıyormuş... Esnek, yumuşak, hafif, dayanıklı olması, kolay işlenmesi yüzünden tercih ediyormuş.
Tanıtımında Levent Çalıkoğlu şöyle yazmış: “Deri ve kösele hem ağaç hem de çamur tadı vermektedir ve bu sanatçının hoşuna gider.” Hoşuna gittiği belli; zaten kendisi severek yapmasa, bizim de izleyici olarak sevmemize imkan olmaz herhalde :)
Üstelik deri ve köseleyle tanışma öyküsü de çok ilginç: Eğitimi için Roma’dayken bir gün ayakkabı bağı almak için bir ayakkabıcıya girmiş ve yerde kiloyla satılan köseleleri görmüş. Alıp heykellerinde kullanmayı denemiş, sonra da ayrılamamış anlaşılan.
Eserlerin çoğunluğu isimsiz. Var olan isimler de ya denge ya figür ya da büst. Yani aslında kategorik etiketler bunlar, temayı bildirmiyorlar. Ariş’in tercih ettiği tema neydi, çalışırken aklında ne vardı ondan pek emin değilim. Tanıtımda “devinim ve denge” konusu üzerine gittiği yazıyor.



Devinim ve denge unsurlarına odaklandığını kesinlikle kabul etmekle beraber, bazı işlerinde sanki arka planda Orta Asya, ilk ve orta çağlar, o zamanki göçebeler var gibi hissettim. Onları okumuş, onlardan esinlenmiş gibi düşündüm. Özellikle savaşçı gibi duran at başları ve zırhlı gibi duran insan figürleri bana göçebeleri çağrıştırdı.



Denge temasına odaklanan işleriyse çoğunlukta tabii ki. Yere değen kısmı yuvarlak sivri köşeli üçgen formu verilen, dik duran bir makas gibi bir formu defalarca tekrar etmiş, tekrar tekrar aynı şeyi çalışmış. Bir de insanın üzerine oturası gelen hacıyatmazlar var bolca, çocukların üzerinde eğlenebileceği küçük tahta atlar gibiler.

Tüm bu işlerin yanında çok ayrıksı duran beyaz renkli bir büst var, alçıdandı galiba, hiç onun tarzı değil gibiydi. Eğer doğru tahmin ediyorsam, resim hocam Zeynep Hanım’ın büstünün bir eşi olabilir, çok çok benzerini atölyemizde gördüğüme bahse girebilirim. Sevgili hocam teyit edinceye kadar şimdilik bu da benim için sır olsun…

13 Mayıs 2012 Pazar

Limonlu Bisküvili Pelte

Krepten sonra bu sefer de bisküvili limonlu pelte tarifiyle tatlı tarifi serisine devam! :)
Belki daha sonra bir ara da tiramisu tarifini veririm…
Efendim, bisküvili limonlu pelte yine yapımı çok kolay, tembel işi denebilecek, ama çok hafif ve yaz sıcağında çok iyi gelen bir tatlıdır.

Malzemeler:
250 gr. petit beurre bisküvi
¾ su bardağı limon suyu
2 çorba kaşığı nişasta
2 bardak su
1 su bardağı şeker
2 yumurta
Yarım paket margarin (125 gr.)

Bu sefer kalabalık bir ekip için hazırladığım için tarifteki malzemelerin iki katını kullandım.
Bir tek yağın miktarını çok artırmadım, lazım değil!

Yapılışı:
1) Limonlar yıkanıp rendelenir. Rendelenmiş limon kabuğu ile şeker kaşıkla ezilir. 2 bardak su ve ¾ su bardağı limon suyu konup şeker eriyinceye kadar karıştırılır ve süzülür. Şekerin hepsi erimeyebiliyor, olsun, süzdükten sonra tekrar karıştırın, olmadı dipte kalan şekeri ikinci adımın sonunda nişasta ve yumurta karışımına kaşıkla eklersiniz.
2) Bir tencerede yumurtalar ve nişasta birkaç kaşık limonata konarak ezilir. Bu yumurta ve nişastayı ezme işi önemli, düzgün ezilmezse pişirirken böyle beyaz beyaz topaklar oluşuyor. Sonra limonatanın hepsi konur. Karıştırarak pişirilir.  

Bisküviler böyle küçük parçalara bölünür, en zevkli kısmı bu! :)
 3) Koyulaşınca ateşten alınır, yarım paket margarin ilave edilerek iyice yedirilir. Koyulaşmak ne demek diye soranlara not: Kıvamı yoğunlaşır, rengi açık sarıdan koyu sarıya dönüşür, karıştırmak zorlaşır, böyle muhallebi kıvamına gelirse işte o zaman koyulaşmış oluyor. Anne notu: İçinde nişasta olduğu için iyice pişirmek gerekiyormuş.

4) 20-25 cm. çapında bir tepsinin tabanına pişirme kağıdı veya alüminyum folyo konur ve hafif ıslatılır.
5) Tepsiye hazırlanan pelteden 3-4 kaşık konup yayılır.

Tarifte tabana pişirme kağıdı koy diyor, ama ben üşeniyorum...

6) Kalan ılık pelteye, küçük küçük kırılmış bisküvi ilave edilir. Karıştırarak tepsiye boşaltılır. Kaşığın tersi ile bastırarak düzeltilir.

En sonunda böyle bir şey çıkıyor ortaya. Müthiş görünmüyor olabilir,
ama bence gerçekten lezzetli...

7) Buzdolabında 5-6 saat ya da bir gece bekletilir. İkram edileceği zaman tabağa ters çevrilip kağıt çıkarılır.
İtiraf edeyim, ben bu tepsinin tabanına pişirme kağıdı koyma, ters çevirince çıkarma işini denemedim. Ters çevirmeden, sunumu gayet anti-şık bir şekilde servis ediyorum. Ama insanlar yine de seviyor. Ters çevirip de çok daha şık bir sunumla servis edeniniz olursa bana da bir fotoğrafını göndersin, ben de ibret alayım, belki ben de yaparım! :)

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Krep

Malzemeler:

2 yumurta
2 yemek kaşığı toz şeker
1 çay kaşığı kabartma tozu
1 çay kaşığı tuz
Yarım çay bardağı sıvı yağ
2 su bardağı un
1,5 su bardağı süt

Öncelikle tarif için teyzeme teşekkür etmekle başlayayım. :)
Krep yapması çok kolay, yemesi çok zevkli, bol kalorili bir yiyecek olup, ister tuzlu ister tatlı yan malzemeyle tüketilebilir. Benim tercihim sabah kahvaltısında yemek. Ama akşamüzeri de olabilir tabii.

Krep için gereken tüm malzemeler böyle.


Tüm malzemeler sırasıyla birbirine eklenir ve elektrikli bir alet, kaslı bir arkadaş veya basit bir çatal marifetiyle çok iyi karıştırılır. Nedenini bilmemekle beraber, test ettim ve karar verdim ki unu eklemeden önce elemek daha iyi sonuç veriyor. 


Malzemeleri karıştırınca bu hale dönüşüyor.
Unun ve sütün oranı tarifte belirtilmiş olmasına rağmen, bazen biraz daha az veya biraz daha fazla kaçabiliyor; o zaman da karışımın akışkanlığı değişebiliyor. Ama sonuçta elde etmek gereken karışım salata sosu kıvamında denebilir. Rivayet o ki, pişirmeden önce buzdolabında bir süre bekletmek daha iyiymiş. O “bir süre” ne kadar sürer, tercih meselesi. Örneğin ben sabredemeyip en çok yarım saat ancak bekleyebiliyorum. Ama buzdolabındaki soğuğun karışımın kıvamını koyulaştırdığı ve daha iyi sonuç verdiği de tarafımca test edildi, onaylandı.

Tavaya dökülen karışım bir iki dakika
içinde böyle benek benek oluyor.
Buzdolabından çıkarınca öyle hemen tavaya dökmek yok. Önce tava içinde hiçbir şey yokken ateşte ısıtılacak. Tavaya çok az yağ damlatanlar da var, ama bence gerek yok. Zira hem malzeme yağlı, hem de yapışmayan tava kullanıldığında sorun çıkmıyor. Tava ısınınca karışımdan bir kepçeyi tüm tavaya yayarak omlet gibi pişirmek de mümkün, benim yaptığım gibi çorba kaşığıyla küçük küçük birkaç parça halinde pişirmek de.



Kısık ateşte pişirmek gerek, zira ateşi çok açınca birden yanıveriyorlar. Yavaş yavaş, acele yok, zaten birkaç dakikada hemen hazır oluveriyor. Karışım benek benek olup güzel güzel kokmaya başladığında yavaşça ters çevirmek ve arkasını da pişirmek gerek. Çok hafif kahverengi olduğunda artık hazır demektir.

Afiyet olsun!


Gelelim en zevkli kısma: Dilediğiniz malzemeyi kreplerin üzerine sürüp afiyetle yemek! Krem peynir, reçel, bal veya Nutella kullanılabilir. Başka bir önerisi olan varsa bana da söylese ne güzel olur… :)



11 Nisan 2012 Çarşamba

Üretim ve Tüketim Üzerine Üç Film


İstanbul Film Festivali’nde bu sene şanslıyım, hem artık daha fazla zaman ayırabiliyorum hem de görmek istediğim tüm filmlere bilet bulabildim, üstelik acele etmememe rağmen! “Festival coşkusu” dedikleri şey tam olarak neye benziyor bilmiyorum, ama eğer normalde başka yerde izleme fırsatı bulunamayacak aykırı filmleri görebilmenin verdiği doyumsa tarif edilen, çoktan festival coşkusuna kapıldığımı söyleyebilirim.  

Üç filmden söz edeceğim: ikisi geçtiğimiz hafta sonu festivale izlediğim Mavi Çin ve Hammadde, üçüncüsüyse bu yazıyı yazmadan önce internetten tekrar izlediğim Story of Stuff. Birbirlerini o kadar iyi tamamlıyorlar ki, üzerine düşünmeden edemedim.

Mavi Çin, Micha X. Peled’in yönetmenliğinde 2005’te çekilmiş bir belgesel. Çin’de bir kot fabrikasında işçilerin çalışma koşullarını anlatıyor. Kamerayı parçalayıp kaçak bir şekilde içeri sokarak ekip belli ki hem kendi hayatını hem de görüşme yaptıkları işçilerin hayatını tehlikeye atmış. LiFeng fabrikasının sahibiyle çekimler yapmak için girişimcilik üzerine bir film yaptıklarını söylemişler ve böylece izin koparmışlar.

Filmde odakta 17 yaşındaki Jasmine’in hikayesi var. Çiftçilikle geçinen ailesinden ayrılıp iki gün iki gece süren tren yolculuğu sonrası geldiği şehirde fabrikada çalışmaya başlıyor. Diğer işçiler de onunla yaşıt, hatta ondan daha küçük. Fabrikada 12 kişilik odalarda beraber yaşıyorlar. Yıkanabilmek için sıcak suyu ve yemekhanede verilen yemekleri parayla satın almak zorundalar. Günde 15-16 saat çalışıyorlar, fakat sürekli acilen yetiştirilmesi gereken siparişler oluyor ve geciktirmemek için tüm gece uyumadan çalışıyorlar. Haftanın yedi günü çalışıyorlar, hiç izinleri yok. Sadece senede bir kere yılbaşında eve gidebiliyorlar, o da eğer yeterince para biriktirebilmişlerse. Gece şehre gezmeye çıktıklarında, işbaşında yorgunluktan uyuyakaldıklarında ya da şeflerin hoşuna gitmeyen en ufak bir durumda ceza olarak paraları kesiliyor. Tüm bunlara rağmen kazandıklarını ailelerine gönderebilmek için uğraşıyorlar.


Fabrikada böyle kesintisiz çalışmalarının karşılığı ayda yaklaşık 100 Dolar. Parça başına ücret aldıkları ve her parçanın ücreti değişebildiği için ay sonunda ellerine ne geçeceğini takip bile edemiyorlar aslında, verilene razı olmak zorundalar. Ödemeler her ay söz verilen günde yapılmıyor, bazen 3 ay para alamadıkları oluyor. Buna karşı duracak hiçbir güçleri yok, zira örgütlenmek ve grev yapmak yasak.

Tüm bunlara karşın patron hat sanatıyla uğraşıp “ruhunu dinlendiriyor” ve işçilerini yazıp duvarlara astığı, çalışkan ve itaatkar olmayı öğütleyen sloganlarla “eğitiyor”. Karısıysa bereket için her sabah bitmek bilmeyen dualar okuyor. Çevredeki diğer fabrikalarda koşulların çok daha kötü olduğunu, işçilerin açgözlü olduklarını, köylü oldukları için çalışma disiplinine sahip olmadıklarını söylerken patronun söylediklerine gerçekten inandığını hayretle izliyoruz.

Nasıl oluyor da bazı ürünler bu kadar ucuz olabiliyor, nasıl oluyor da habire alıyor alıyor alıyoruz? Cevabın bir kısmı bu filmde açık açık duruyor işte. Çin’de daha çocuk yaşta köle gibi çalıştırılan işçilerin emeğinin karşılığı ödenmiyor, yani aslında bizim tükettiğimiz ürünlerin parasının çoğunu onlar ödemiş oluyor.

Filmdeki en etkileyici anlardan birisi tam da buraya dokunuyor: Jasmine, yaşıtı olan çocuklar mı giyiyor acaba diye merak ederek, ürettiği kot pantolonun cebine koymak için bir mektup yazıyor… Pantolonların büyüklüğüne çok şaşırıyorlar, kendileri gibi üç kişi girebilir içlerine zira. Oysa bizim için ne kadar normal değil mi, habire yiyen yiyen ve yiyen Batılılar…

Tükettiğimiz şeylerin nasıl üretildiğini gördükten sonra, üzerine bir de tüketip çöpe attıklarımızın başına neler geldiğini izledim. Hristos Karakepelis’in çektiği 2011 yapımı Hammadde de belgeselvari bir film, Yunanistan’da geçiyor. Plastik brandalardan yapılmış çadırlardan, derme çatma kulübelerden oluşan, adı olmayan bir gecekondu bölgesinde yaşayan Romanlar üç tekerlekli küçük pikaplarıyla gece-gündüz Atina’yı turlayarak çöplere, yol kenarlarına bırakılan metal eşyaları topluyorlar. Topladıklarını götürüp sattıkları hurdalıkta metaller önce tartılıyor ve kilo başına ücretlendiriliyor. Sesini duyduğumuz işçi diyor ki, “biliyorum 500 kilodan az değil, ama 300 kilo tartıyorlar, kabul etmek zorunda kalıyorum, çünkü başka seçeneğim yok.”  

Bir hurdalıkta yan yana, üst üste dizilmiş eski buzdolaplarını, çamaşır makinelerini gösteriyor kamera, sonra bir de yan yana, üst üste dizili evleri. Bir kenara atılmış eşyalar gibi, tıkış tıkış apartmanlarda oturan bizler de tükeniyor muyuz, tüketiliyor muyuz acaba? 


 Arnavut, Türk ve Hintli geri dönüşüm işçileriyle kendi dillerinde yapılmış çekimler de var. En çok etkilendiğim Hintlilerin hikayesi oldu. Metallerin toplanıp getirildiği fabrikada çok yüksek sıcaklıklarda metali eritip kalıplara döküyor ve inşaatlarda kullanılan demirleri oluşturuyorlar. Onlar da tıpkı Çin’deki Jasmine gibi günde 15-16 saat çalıştıktan sonra ağrılarıyla uyuyakalıyorlar. Dumandan öyle kötü etkileniyorlar ki, şiddetli öksürükten mustaripler. Dişlerini fırçaladıklarında tükürdükleri suyun siyah renkte olduğunu söylüyorlar. İnşaat demirleri tıra yüklenip savaşta yıkılan binaların yerine yenilerinin inşa edildiği Lübnan’a gönderiliyor. Küreselleşme böyle bir şey olsa gerek: Roman, Arnavut, Türk ve Hintli işçiler Yunanistan’da çalışıyor, üretilen ürün Lübnan’a gidiyor!

Bu iki filmi peşi sıra izlemiş olmam tamamen tesadüf. Ama çok iyi bir tesadüf oldu bu, çünkü üretim ve tüketim gibi madalyonun iki yüzünü göstermeleri bakımından, daha önce de sözünü ettiğim gibi birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Belki de Story of Stuff’ı daha önceden izlemiş olduğumdan, örneğin Mavi Çin’den sonra aklıma ilk gelen şey “artık kot almayacağım” oldu. Çünkü o 20 dakikalık müthiş videoda doğal kaynakların çıkarılması, fabrikalarda üretim, mağazalarda satış, tüketim ve atıkların yok edilmesi sürecinin kilit noktasının alışveriş yapmak, bir şeyi satın almak ve tüketmek olduğu mükemmel bir şekilde anlatılıyor. Denklemdeki “altın ok” gerçekten de tüketime işaret ediyor. Biz talep etmez, tüketmezsek tüm dengenin nasıl bozulabileceğini gösteriyor.  


Medya bizi modadan haberdar etmekle kalmıyor, sadece ve sadece tüketimi gösteriyor, sadece moda olanı tüketerek mutlu olacağımızı öğretiyor. Ana akım medyanın asla göstermediği üretim ve geri dönüşüm süreci ise işte böyle aykırı filmlerin konusu olabiliyor ancak.

Ben de filmleri sadece izleyerek tüketmek değil, bu yazıyı yazarak üretmek istedim…
   

3 Nisan 2012 Salı

9. Eğitimde İyi Örnekler Konferansı


Öğrencisiyken çok da mutlu olmayarak gittiğim o uzak kampüse, artık öğrencilikle ilgim kalmamışken geri dönmek ne kadar da keyifliydi.

Sabahın sekiz buçuğunda “mis kokulu” (!) kampüse varır varmaz ilk yaptığım yemekhaneye gidip o çok özlediğim kakaolu kekle ikinci kahvaltımı etmekti. Sonra açılış panelinin yapılacağı salona gidip dostlarla kucaklaştım, kaydımı yaptırıp yaka kartımı ve programı alıp ilgilendiğim sunumları seçmeye koyuldum.

İçeriye girdiğimde geç kalmak asla adetim olmamasına karşın hoş geldin konuşmalarını kaçırmıştım, ama Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın okulöncesi eğitimin önemine ilişkin harika konuşması tam da yeni başlıyordu. Meselenin rasyonelliğine ve ekonomik faydasına gereğinden fazla vurgu yapmaya kendisini zorunda hissetmesi ne fena. Oysa ne güzel bitirdi: “Bir çocuğa ailesi sahip değildir, çocuk aslında topluma aittir.” Çocuğun gelişimi için en doğrusunu, sırf çocuğun gelişimi için en doğrusu olduğundan dolayı yapmak değilse, bir toplumun daha önemli ne görevi olabilir ki?

Ardından çok büyük merakla beklediğim 4+4+4 paneli başladı. Kesin çok tartışmalı geçecekti, hatta protestolara bile sahne olabilirdi. Nitekim oldu da… Konuşmacıların yeni yasaya muhalif söyledikleri her şey uzun uzun alkışlandı. Balıbey yeni düzenlemeyi savunacak bir şeyler söyleyecek oldu, alkışlarla ve dinleyicilerden gelen cevaplarla susturuldu. Konuşması böyle bölününce anında üslubunu bozdu elbette. Bence en pasif protesto yöntemlerinden biri olan alkışa bile tahammülü yok iktidarda olanın; hem zaten alkışlasan ne yazar, çoğunluğu temsil ettiğini iddia edenler kendi bildiklerinden zerre şaşmadıktan sonra…

Her sene giderek artan sayıda katılımcı öğretmenler, sunumların yapıldığı sınıfları tıklım tıkış doldurdular ve hem yeni sistemle ilgili endişelerini paylaştılar hem de birbirlerinden öğrendiler. Daha önceki karşılaşmalarımızda da hep aynı şeyi düşünmüştüm: Nasıl olur da MEB’in öğretmenlere sunduğu kaynaklar bu kadar kısıtlı ve yetersiz kalır? Nasıl olur da MEB’in kaynaklarının dışına çıkmak isteyen öğretmenler nereye başvuracağını bilemez? İyi örnek teşkil eden eğitimcilerin kullandıkları kaynaklara erişebilmek için çırpınan öğretmenler, işte benim gözlemlediklerim arasında en çok dikkatimi çeken manzara.

Orada olmak ve eğitim dünyasında neler olduğunu biraz olsun koklamak çok iyi geldi bana. Konferansın düzenlenmesinde emeği geçen tüm ERG’li dostlarıma çok teşekkürler…

http://www.egitimdeiyiornekler.org/

2 Nisan 2012 Pazartesi

Sesli Kitaplar

Görme engelli bir tanıdığınız bir arkadaşınız yoksa, bu memlekette varlıklarından dahi haberdar olmadan yaşamaya devam edebilirsiniz. Diğer tüm engelli grupları gibi aslında… Nüfusun %10’unu oluşturmalarına rağmen, engelliler evlerinden çıkmaz, çıkamaz, sokaklarda görünmezler bu ülkede.
İşte benim de görme engelli yakın bir arkadaşım sayesinde tanıştığım yepyeni ve kocaman bir dünya var. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı’na (GETEM) beni ilk götürdüğünde oradaki görevli sesimin kitap seslendirmeye çok uygun olduğunu söylemişti. Ardından bilgisayarıma gerekli ses kayıt programını yüklettim, mikrofonlu bir kulaklık edindim ve başladım görme engelliler için kitap okumaya. Sonrasında diksiyon kursuna bile gittim üstelik! Meğer doğru bildiğimiz ne çok yanlış varmış konuşurken yaptığımız… Diksiyon kuralları da başka bir yazının konusu olsun.
Kitap seslendirmek için gerekli ekipman sadece bu kadar!

GETEM’e online üyelik ücretsiz, fakat sadece görme engelliler için. Kataloglarındaki binlerce sesli kitap ilk karşılaştığınızda çok şaşırtıyor. İtiraf ediyorum, sadece kitap okumadım, arkadaşımın şifresini kullanarak birçok kitabı da indirerek dinledim. Saatlerce trafikte beklemek zorunda kaldığım zamanlarda midem bulandığı için bir şeyler okuyamadığımdan radyo tiyatroları imdadıma yetişti. Devlet tiyatrosu sanatçılarının müthiş sesleriyle canlandırdıkları oyunların efektörü çoğu zaman tek bir efsane isim: Korkmaz Çakar!

Son zamanlardaysa özel şirketlerin kurumsal sosyal sorumluluk departmanlarında veya sivil toplum kuruluşları arasında popülerleşti kitap seslendirme projeleri geliştirmek. Örneğin cezaevlerindeki gençlere görme engelli akranları için kitap seslendirten projeler var. TÜRGÖK’ünki gibi…
GETEM’in web sayfasında okunmayı bekleyen daha birçok kitabın listesi mevcut. Keşke çok daha fazla kişi hem kendisi için hem de görme engelli kişiler için daha fazla kitap okusa. Böylece belki Türkiye’de günde ortalama beş saat televizyon seyredilirken, kitap okumaya yılda sadece altı saat ayrıldığını; bir Japon’un yılda ortalama 25 kitap okurken, Türkiye’de bir kişinin ortalama on yılda bir kitap okuduğunu söyleyen istatistikler biraz olsun değişir…

26 Mart 2012 Pazartesi

SVD Tour ile Sapanca-Maşukiye-Kartepe Gezisi

Günübirlik doğa gezisi organizasyonları arıyordum ki karşıma Groupon’dan böyle bir duyuru çıktı. Aramaya üşendim, hazır önüme gelen, üstelik ucuz da olan bu “fırsatı” değerlendireyim dedim. Böyle gezilere beraber gitmeye başladığımız arkadaşımla da anlaştık.
Aradım, sordum, bir güzel anlattı telefondaki adam. Kartepe’de kayak yapmak istemediğimizi söyleyince, yürüyüş yolu da bulunduğunu ekleyiverdi. Her Cumartesi-Pazar turun organize edildiğini söyledi önce, biz de bir Cumartesi gününü seçtik. Sonra o gün yeterince katılımcı olmadığından, Pazar gününe almak istediler bizi, kabul ettik. Yani böyle şeyler olabilir tabii, neden olmasın, değil mi?
Teyit için bir gün önce arayacağız dediler, kimse aramadı. Koca bir Cumartesi günü boyunca arkadaşım neredeyse 20 kere aradı, telefonu açan olmadı. “Kısmet” dedik, “en kötüsü Pazar sabahı gider, kimseyi bulamadan döneriz” diye düşündük.
Pazar sabahı 7.30’da Yıldız Camii’nin önündeydik. Otobüsümüz geldi, bindik ki ne görelim, içeride bir dolu yaşlı teyze ve küçük çocuk var. Şaşırdık, bu insanlar doğa gezisinde uzun uzun yürüyebilecekler miydi?
Yolda minik bir kahvaltı tabağı verdiler, küçüktü ama şirindi. Çok üzerinde durmadık. Zira kaç zamandır görüşmüyorduk, sohbet daha tatlıydı. Fakat hoparlörlerden gelen korkunç müzikler (örneğin Ciguli!) sohbeti bölmeye ve zamanla bileklerimizi kesme isteği yaratmaya başladı! Tepemizdeki hoparlörleri kapattık, hatta arka koltukta uyuyanlardan gizli, onların hoparlörlerini de kapatıverdik!
İlk durak Sapanca Gölü’ydü. Göl kenarında ağaçlık bir yolda yürüyüş yapacağımızı hayal etmiştim. Oysa bizi bıraktıkları yer 7-8 tane çay bahçesinin yan yana dizili olduğu minicik bir yoldan ibaretti. Arkadaşımla 2-3 kere bir yukarı bir aşağı yürüdük aynı yolu. Tuvaletleri çok pis bir çay bahçesinde 4 liraya birer kahve içtik. Hak etmiyorlardı ya gerçi… Taa depremden beri tuvaletleri tamir ettireceklermiş. Utanmıyor da böyle söylemeye! Bu durak için aldığımız rehberlik hizmeti: “Saat 11.00’de otobüste buluşuyoruz, bir saat boyunca istediğiniz çay bahçesinde takılın!”
İkinci durağımızda öğle yemeği yedik. Maşukiye’de bir akarsuyun kenarında kurulu bir tesisti, adını not etmeyi unutmuşum, hoş bir yerdi. Günün belki de en güzel zamanıydı. Suda kazlar ve ördekler yüzüyordu, biz dahil misafirlerin attığı bolca ekmekle beslendiler, hatta obezleştiler korkarım. Herkes ördeklerin fotoğrafını çekti, bense atom bombası kıvamında tatlımızın! Ayıptır söylemesi, balığın üzerine eritilmiş helva yedik… Günün gerçekten en mutlu anıydı… :)

Eritilmiş helva! Fotoğrafını çekmek bitirmeye yakın ancak geldi aklıma...

Yemekten sonra ağırlık çökmeseydi daha iyi olurdu tabii. Kartepe’ye doğru yola devam ederken epey bir uyukladık haliyle. Aşağıda Maşukiye’de ağaçlar çiçeklenmiş, bahar gelmişken, yukarıda nasıl oluyor da 1,5 metre kar olabiliyor diye şaşırmadık değil. Burada da aldığımız güzide rehberlik hizmeti: “Üç saat serbestsiniz, saat 17.00’de otobüsün sizi bıraktığı yerde buluşalım.”
- Şey, pardon, hani yürüyüş yolu ne tarafta?
- Bu mevsimde yol kapalı, yürüyüşe uygun değil.
- Nasıl yani, telefonda öyle söylenmedi?
- Telesiyej var, ona binebilirsiniz.
Kartepe'de insansız bir yerler ararken yol kenarında oturup izlediğimiz manzara
Eveeet, şimdi biz bu araba ve insan kalabalığı içinde koskoca üç saat boyunca ne yapacağız diye düşüne düşüne biraz dolaştık tabii, ama yok, yürünecek ya da oturulacak sakin sessiz bir yer yok. Bir saat sonra jeton düştü ve otelin içine girmek geldi aklımıza. İçeride çok sakin ve güzel bir café bulduk, orada oturup kahve eşliğinde sohbete devam ettik. Arkadaşım İstanbul’da bıraktığı emlakçıyla telefonlaşıp yeni bir ev bile buluverdi o sırada…  
Tur şirketi ve rehberlik hizmeti kesinlikle sınıfta kaldı, bir daha SVD Tour ile asla bir yere gitmem. Ama neyse ki hava muhteşemdi, baharın ilk sıcakları başlamıştı ve temiz havayı teneffüs edebiliyorduk. İstanbul’a dönerken ilk gördüğümüz şeylerin kapkara fabrikalar olması moral bozucuydu elbet.
Arkadaşım “İstanbul’a bir de diğer yakadan giriş yap da gör” deyince şaşırdım; evet ya, bir ara da Trakya gezisi yapsak ya?