29 Eylül 2012 Cumartesi

Atatürk Arboretumu


Bugün size dün gezdiğim güzel bir yeri anlatmak istiyorum: Atatürk Arboretumu. Arboretum da ne ola ki diye soracak olursanız, bir çeşit ağaç parkı veya botanik bahçesi demek yanlış olmaz. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ne göre “böyle bahçeler bilimsel araştırma ve gözlemler için kullanılmakla birlikte, çeşitli canlı ağaç türlerinin koleksiyonunu barındıran birer müzedir.”

Yeri Bahçeköy’de ve ulaşımı pek zor değil. Hacıosman metro çıkışından 10-15 dakikada bir kalkan Bahçeköy otobüslerine binip Kemerburgaz Yolu durağında iniyorsunuz. Yemyeşil ve boş yollardan hızla geçiyor otobüs, kısa sürede ulaşıyorsunuz yani. Tek sorun, otobüsten indikten sonra 5-10 dakikalık bir mesafeyi kaldırımı olmayan ve kamyonların sıkça geçtiği bir yolun kenarından dikkatlice yürümek zorunda kalmanız.

Ziyaret zamanları bir tuhaf, sıradan ziyaretçilere sadece haftaiçi açık. Web sayfasının SSS bölümünde neden haftasonu kapalı oldukları sorusuna cevaben haftasonu insanların gelip burada piknik yapmak istedikleri yazılmış! Haftasonları sadece yıllık üyelik ücretini ödeyen serbest giriş kartlı ziyaretçiler girebiliyormuş. Bu arada haftaiçi giriş ücreti neredeyse bedava: 2 Lira, hatta öğrenciyseniz 1 Lira.

Girişte edinebileceğiniz krokili bir broşür mevcut. Alanı numaralı bölümlere ayırmışlar ve her bölümde ne tür ağaçların bulunduğu broşürde yazılı. Ama tabii “pseudotsuga douglasi” veya “sequoia sempervirens” gibi isimler size de bana olduğu gibi pek bir şey ifade etmiyorsa, broşürle oyalanmayı bırakıp başlıyorsunuz dolaşmaya. Her ağacın altında bir etiket var, Latince ve varsa Türkçe adı, senesi, dünyanın neresinden geldiği falan yazıyor etikette.

Girişte sağda ve solda çok güzel küçük göletler bulunuyor, içlerinde de bolca nilüfer ve ördek. Göletlerin kenarında hayli romantik tahta banklar var, saatlerce oturup kitap okuyabilir, kafa dinleyebilir insan. Parkın çeşitli yerlerinde şık çeşmeler var, akan suyun içilebilir olduğu yazıyor yanında. Ben içmeyi denemedim, neme lazım… Ayrıca etrafta büfe veya cafe gibi bir yer olmadığı için, uzun süre kalacaksanız çantanızda atıştıracak küçük bir şeyler olmasında fayda var.

Haftaiçi gündüz vakti kimsecikler olmaz sanıyordum, ama yine de epey insan vardı, muhtemelen facebook için sürekli birbirine poz veren bir kadın grubu, birkaç genç çift, bebek arabasıyla gezen birkaç kişi ve bir de çevredeki özel okullardan birinden gelen ve sürekli çığlık atarak oradan oraya koşuşturan ilkokul çocukları ve onların anneleri… 



Ağaçlarda sincapları aradım, özellikle meşe palamudunu pek severlermiş diye öğrendiğimden meşelerin civarında bakındım, ama göremedim. Yorulduğum için parkın uzak yerlerine kadar gidemedim, ama krokiye göre oralarda da karacalar varmış.

Neticede doğal güzelliğiyle, temizliği ve bakımlılığıyla, sakinliğiyle Atatürk Arboretumu gidilip görülesi bir yer, tavsiye ediyorum…

24 Ağustos 2012 Cuma

Kurutulmuş çiçeklerden kitap ayraçları üretmek


Bugün sizle renkli ve sempatik kitap ayraçları üretme yöntemimi paylaşacağım. Seneler önce başladı bende bu merak. Başta epey amatördüm, fakat giderek tasarımlarımın biraz daha iyileştiğini düşünüyorum. Bugüne kadar birçok ayraç yapmama rağmen şu an elimde bir tane bile kalmamasının nedeni de her fırsatta arkadaşlarıma yaptıklarımı hediye etmem. (Zamanında ayraçlarımdan verdiğim dostlarım, umarım işinize yaramışlardır, umarım hâlâ kullanılır vaziyettelerdir…)

Efendim, benim kitap ayracı tasarımlarımın hammaddesi çiçekler. İlkbaharda bahçede açan rengârenk çiçeklerden bolca toplayıp, artık neredeyse hiç kullanmadığım eski ve epey kalın sözlüklerin, ansiklopedilerin sayfaları arasında bu çiçekleri kurutuyorum. Çiçekleri bir kere yerleştirdikten sonra yaklaşık 2-3 ay dokunmuyorum, neredeyse unutuyorum onları. Böylece iyice kuruyorlar, zira nemli kalmasalar daha iyi olur.  


Sonra, renkli kartonlardan yaklaşık 5 cm eninde ve 20 cm boyunda dikdörtgenler kesiyorum. Kartonların rengiyle çiçeklerin renginin kontrast yaratması daha güzel oluyor bence, bu nedenle örneğin turuncu kartonlara mor çiçekleri ya da yeşil kartonlara sarı çiçekleri uhuyla yapıştırıyorum. Yaldızlı renkli kalemler edindim, desen çalışırken kullanması keyifli oluyor. İşte bu kalemlerle kartonun köşelerine, yanlarına minik süslemeler yapıyorum. Eskiden adımı yazmazdım, artık alt köşeye adımı da yazar oldum; galiba övünüyorum artık yaptıklarımla! :)


Ayraçlar hazır sayılır, son kritik aşama çiçekler bozulmadan kalın kapaklı bir defterin ya da ona benzer koruyucu bir şeyin içinde onları alıp bir ozalitçiye götürüp pvc kaplattırmak. Mat ve A4 boyutunda pvc'lerin bir tanesine 3-4 tane ayraç yan yana sığıyor. Pvc kaplama makinasında bir silindir bulunuyor, birkaç kere üst üste silindirden geçirtmek sanırım en hayırlısı. En sonunda pvc’nin fazlalıklarını kesip, ayraçların köşelerini batmasın diye yuvarlayınca artık kullanıma hazır oluyorlar.

Çok zahmetli gibi duruyor, ama aslında hiç de öyle değil. Benim gibi bir kitabı okurken sıkılan, aynı anda birçok kitabı paralel okuyan birisiyseniz bir dolu kitap ayracına ihtiyaç oluyor. Ve insan kendi yaptığı şeyi kullanırken daha çok keyif alıyor. Bence denemeye değer…  :)

2 Ağustos 2012 Perşembe

"Böyleyken Böyle"

Bu aralar hazır işten ayrılmış ve doktora başvurularına falan hazırlanırken, böyle süper ultra entelektüel şeyler, dergiler, makaleler, klasikler falan okuduğumu sananlar elbette vardır, çok doğal olarak. Tabii ki başladım yeniden azıcık da olsa makale okumaya, lakin bugünlerde okumaktan en büyük haz aldığım şey “Böyleyken Böyle”, yani Semra Can’ın karikatürleri.

Ülkenin bence tartışmasız en popüler muhalif mizah dergisi Penguen’deki yegane kadın çizer Semra Can. Kış boyunca her hafta köşesini okuduğum an, o haftanın nadir en güzel anlarından olmuştu. Ta ki, kitabı çıkıncaya dek! :) Şimdi derginin bir sonraki sayısını beklememe gerek kalmıyor, ooh, kitapta yüze yakın sayfa var. Hepsini bir oturuşta okumuyorum ki, hemen bitmesin, azıcık daha sürsün şu keyif…

Bu kitap mutlaka edinilmeli; samimi bir neşe garanti!

Semra Can siyasete girmiyor, girmeli mi emin değilim. O sadece ve sürekli kendisini çiziyor. Evet, neredeyse her karede o var. Karadenizli, annesi hamsi pişirdiğinde evine koşacak kadar koyu Rizeli, kedileriyle yaşayan, bolca sigara ve kahve tüketen, bahçesindeki çiçekler için ölüp biten, fena halde kıvırcık saçlı, kendisiyle inanılmaz dalga geçebilen bir kadın bu. Rum bir üst kat komşusu var, Madam Eleni, o da kedi delisi, habire kedileriyle konuşur durur. Semra sanki bütün hafta sadece evde oturur, pinekler, ne çizsem diye düşünür düşünür, krizlere girer, son gece çizer ve haftada bir kere dergiye gider. Gerçekten böyle olduğuna inanasım geliyor valla, evde üzerinden hiç çıkarmadığı kırmızı eşofman altı ve terliklerinden fırlayan yamuk çoraplarıyla tam bir ev kuşu görüntüsü çiziyor zira.
Arkadaşlarıyla her buluşmasından köşesine malzeme çıkarır, her bir şeyi çizecek diye insanlar iki cümle laf etmekten çekinir olurlar. Az deli değildir aslında, hayatı kedileriyle konuşarak geçer, kedileri sayesinde hayatını kazanır bile diyebiliriz. Ne de olsa Fıçı ve Miço olmasa “Böyleyken Böyle” de tam olamazdı herhalde. Evin esas efendisi kedileridir zaten. Yatakta birlikte yatarlar, kediler çoğunlukla yorgan gibi Semra’nın üzerinde yatarlar, bazen de Semra onları yastık gibi kullanır.

Ev halleri, kedisi, çiçeği, haftada bir dergiye gidişi, her karede Semra Can işte...
Sonra Semra duygulu kadındır. Ha, romantik değildir ama! Sabahları erken kalkmaz, kalkarsa huysuzdur. Böcekten, fareden falan korkar. Çocukluğundan beri hala özendiği, içinde kalan tuhaf şeyler vardır, ya da işte kilolarıyla falan başı derttedir, o yüzden habire rahatlıkla ağlar. Güldüğü zamansa yerinde duramaz, hoplar zıplar, dans eder. Hem de şu nidayla: “Tey tey tey!” :)
Bu tabii benim karikatürlerde anlatıldığı kadarıyla tanıdığım Semra Can profili, gerçekten bir Semra nasıl biridir bilmem, ama muhtemelen çizdiği gibidir, yani çizimler o kadar doğal ve gerçek geliyor ki insana!
Bütün bunları neden anlattım? Mayıs 2012’de çıkan “Böyleyken Böyle” kitabını hala edinmediyseniz acilen edinmeniz gerek. Samimi bir neşe garanti, ben kefilim.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Tiramisu

Krep ve bisküvili limonlu pelteden sonra tatlı tarifleri serisine tiramisu ile devam! :)
İtalyanca "tira mi su" "beni yukarı çek" anlamına geliyormuş. Gerçekten yerken insanı mutluluktan uçuran bir tatlı bu. Keki ıslatırken kahvenin içine rom eklemek, kek yerine özel bir çeşit bisküvi ile yapmak veya labne peyniri yerine yine özel bir çeşit peynir kullanmak da mümkün, fakat bunlar şimdilik benim kısıtlı olanaklarımı aşıyor...

Malzemeler:
Yarım litre süt (yaklaşık 3 su bardağı)
2 çorba kaşığı tepeleme un
2 yumurta sarısı
2 çay bardağı şeker
1 paket vanilya
Bir kutu labne peyniri
Kakao
Hazır pasta tabanı
Nescafe

Efendim, yine yapımı inanılmaz kolay ve pratik, kısaca tembel işi bir tarifle karşı karşıyayız! Malzemelerden de anlaşılacağı üzere, kullanılacak kek hazır satılıyor, biz sadece kremasını yapıyoruz… Kekin sadesi ve kakaolusu satılıyor, ben kakaolu olanı tercih ediyorum, bence daha lezzetli oluyor. Bir de iki katlı olanlar da var, üç katlı olanlar da. Üç katlı kakaoluyu epey zamandır bulamıyorum, ama bulabilirseniz bence o en ideali.


Tiramisu için gereken malzemeler böyle…

Süt, un, yumurta sarısı, şeker ve vanilya karıştırılarak pişirilir.
Biraz soğuyunca labne peyniri ile karıştırılır.

Kekler büyükçe bir bardak nescafe ile ıslatılır.

Krema keklerin arasına ve üstüne sürülür.



En üste kakao serpilir.

Tabii sonunda buzdolabında bekletmek gerek, servis etmeden önce krema soğumalı. Afiyet olsun! :)

27 Temmuz 2012 Cuma

Çıralı

Tatil için dünyanın en sessiz, sakin ve huzurlu yerini arıyorduk. Geçen Eylül’de gittiğimiz Gümüşlük gibi bir yer olmalıydı, küçük bir koy ve hoş bir ortam. Bozburun’a baktık, Adrasan’a baktık, sonunda Çıralı’da karar kıldık. Sadece beş günümüz vardı; Temmuz sıcağında bir Cuma akşamı yola çıktık.

Ulusoy’la yaptığımız gece yolculuğumuz tatilin tek kötü bölümünü oluşturdu. Yanımıza aldığımız hırkalarımıza rağmen klimadan dolayı çok üşüdük, yastık ve battaniye isteklerimiz de sonuçsuz kaldı. Biletleri alırken defalarca sorup teyit almamıza rağmen otobüsün Çıralı yönüne gitmediğini öğrendik ve Antalya’da inip Kemer’e, oradan da Kumluca minibüslerine binmek zorunda kaldık. Otobüs ekibi öyle kabaydı ki, durumu anlattığımızda “şikayet edersiniz o zaman” dediler sadece! Ulusoy’un merkezine şikayet edeceğiz tabii ki ve bir daha da bu firmayla seyahat etmeyeceğiz!
Neyse ki tatilin geri kalanında hiçbir sorun yaşamadık, hatta her şey inanılmaz yolunda gitti… Booking.com’dan yüksek puan almış İkiz Pansiyon’da bir gece kaldık. Kesinlikle çok memnun kaldık, herkese tavsiye ediyorum. İki kişi olmamıza rağmen bize dört kişilik bir bungalov verdiler ve çok rahat ettik. Bungalovları belli ki yeni yaptırmışlar, çok temiz ve özenle tasarlanmıştı. En önemlisi de işletmeci ailenin misafirperverliğiydi. Gerçekten çok iyi insanlardı ve kendimizi çok rahat hissettik. Bahçedeki erik ağacından anneleri marmelat yapmıştı ve sabah kahvaltısında bolca verdikleri kreplerin yanında mükemmel oldu! :)

Pastanenin şık bahçe
dekorundan bir parça 

Vardığımız ilk gün sıkı bir öğle uykusundan sonra Çıralı’yı keşfe çıktık. Zaten küçücük bir yer, keşfetmesi çok kolay oldu. İlk bulduğumuz yerlerden birisi İpek Pastanesi oldu, ya da kapıdaki ismiyle Patisserie.  Temmuz sıcağında ve daha da beteri çok yüksek derecedeki nemli havasında, rahatlıkla Çıralı’nın en güzel rüzgar alan yeri diyebilirim. Zevkli bir şekilde dekore edilmiş ve çok keyifli bir şekilde caz müziği çalınıyor. Ürünleri çok lezzetli, fakat neredeyse İstanbul’dan pahalı. Elmalı turtanın bir dilimi 8 lira! Yine de ortamın güzelliği için, biraz da alternatifsizlikten 2-3 kere gidip oturduk burada. Faldan hiç anlamamama ve mide rahatsızlığım nedeniyle artık içemememe rağmen kahve falı bile baktım!

Dağın eteğindeki berrak
denizden çıkmak istemiyorsunuz...

Çıralı’nın denizineyse doyamadık diyebilirim. Dağın eteğinde yüzüyorsunuz resmen. Ve o kadar berrak ve temiz ki, sudan çıkmak hiç istemedik. Biz Caretta Caretta’lara hiç rastlayamadık, fakat bu kaplumbağaların sahile yumurta bıraktığı yerlerden birisiymiş Çıralı. İki yerde yumurtaların bulunduğuna dair uyarı gördük, birileri korumaya çalışıyor, ne güzel…

İlk geceden sonra üç gecelik rezervasyonumuz olan Hotel Villa Monte’ye geçtik. Burayı arkadaşlar tavsiye etmişti ve çok memnun kaldıklarına dair epey ısrarcı olmuşlardı, biz de güvendik… Burada da her şey çok güzeldi, odamız, bahçe, yemekler, insanlar, hepsi mükemmeldi. Tek sıkıntı bahçedeki sivrisinekler, onlara karşı da gidip marketten ilaç aldık mecburen.

Otelden denize 5-10 dakikalık yürüyüşte
içinden geçilen turunç bahçesi

Otelde birçok Alman misafir de vardı, kimisi yaşlı, kimisi küçük çocuklu aileler. Hepsi de çok kibar ve saygılı insanlardı. Plajda da, tekne turunda da birçok Alman aileyle yan yanaydık ve gözlemlediğimiz kadarıyla kesinlikle çocuklarını bizden çok farklı yetiştiriyorlar. Her nasıl oluyorsa çocukların hiç sesi çıkmıyor, hiçbir şekilde rahatsızlık vermiyorlar ve anne babaları onlara sürekli kitap okuyor.


Çıralı zaten tam da çocuklu ailelere uygun bir yer. Çok güvenli ve huzurlu. Gece hayatı diye bir şey yok. Geceleri ortalık neredeyse tamamen karanlık. Tek alternatif otele dönmek! İlla ki yürüyüş yapacağım derseniz bir el feneri edinmek iyi bir fikir olabilir. Pek ışık olmayınca yıldızlar da öyle güzel görünüyor ki…

Tekne turundaki duraklardan birisi

En son olarak da dönmeden önce son gün yaptığımız tekne turundan bahsetmeden olmaz. 10.30’dan 17.30’a dek süren tekne turunda birbirinden güzel 4 koya gittik ve her birinde yaklaşık birer saat yüzme molası verdik. Çocuklar suya atlamak için birbiriyle yarıştı resmen. Bu sefer de yüzmeyeyim, canım istemiyor, yoruldum, yedek bikinim daha kurumadı falan gibi bahaneleri kesinlikle saf dışı bırakan bir çekiciliği vardı tüm koyların, saatlerce yüzdük nihayetinde.
Tatilde eğlence, dans, müzik ya da sosyal-kültürel ortam peşindeyseniz Çıralı uygun bir yer olmayabilir. Gidip görmedik, ama çok yakındaki Olimpos bunun için daha elverişli olsa gerek. Ama eğer huzur ve sükunet arıyorsanız, Çıralı çok uygun bir yer olabilir. Ama uyarmadı demeyin, ortalıktaki yegane gençler bizdik, etrafta bolca çocuklu aile ve yaşlı var...

17 Temmuz 2012 Salı

Eğitimde 4+4+4 Düzenlemesine Dair

Bir patırtı ve gürültü arasında, daha kamuoyu ne olduğunu bile anlamadan, doğru dürüst tartışılmadan yasalaştırılıveren 4+4+4 sistemine ve sürece dair iki güzel çalışmayı paylaşmak istiyorum.

İlki ERG ekibinden sevgili Aytuğ'un Heinrich Böll Vakfı'nın dergisi Perspectives için kaleme aldığı hayli bilgilendirici yazısı.

Aytuğ Şaşmaz'ın Perspectives'teki yazısı

Diğeriyse yine ERG ekibinden Batuhan Aydagül'ün Bilgi Üniversitesi'nde yaptığı ön açıcı sunum. Video 40 dakika sürüyor, ama konu o kadar ilgi çekici ki, süreyi fark etmiyorsunuz bile!

Batuhan Aydagül'ün Bilgi Üniversitesi'ndeki sunumu

Okulların açılmasına iki ay kala yeni eğitim sistemiyle ilgili birçok belirsizlik çözülebilmiş değil. Aytuğ'un iafedesiyle: "Resmi okullar ve özel okullar, gelecek yıl hangi öğrencileri hangi öğretim programıyla okutacağını, bir ilkokul olarak mı yoksa ortaokul olarak mı hizmet vereceğini, 4. sınıftan 5. sınıflara geçişin nasıl olacağını, tüm bunlar bir yandan sürerken tüm okullarda öğrencilere tablet bilgisayar verilmesini öngören FATİH Projesi’nin nasıl uygulanacağı konularında fikir ve bilgi sahibi değil."

Tüm bunlar olurken eğitimde eşitlik ve nitelik tartışmalarına da elbette sıra gelmiyor, gelemiyor...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Geri döndüm!

İki ayı aşkın süredir Blog’a bir şey yazamadım, seni lüzumlu lüzumsuz gevezeliklerimden mahrum bıraktım, ey sevgili okur!
Zor zamanlardı, hem sağlığım çok iyi değildi, hem de işle ilgili yoğunluk ve sıkıntı büyüktü. Ama şimdi bir sayfa kapanıyor, başka sayfalar açılıyor, zira işimden istifa ettim.
Daha fazla şey okuyup yazmak, biraz dinlenmek ve toparlanmak ve yeni döneme hazırlanmak için artık bol bol vaktim olacak.
Ayşegül Blog’da yeniden şenlenecek… :)

17 Mayıs 2012 Perşembe

Koray Ariş Retrospektif Sergisi


İlginç bir heykel sergisi tavsiye edeceğim bugün.
Resim ve seramik hocam Zeynep Hanım’ın önerisi üzerine, İş Kuleleri Kibele Sanat Galerisi’nde 9 Haziran’a dek sergilenecek Koray Ariş retrospektif sergisine gittim bir akşam iş çıkışı. Heykel sanatçılarını tanımıyor olmak benim cehaletim, nitekim Koray Ariş’in ismini de ilk kez duyuyordum.
Sergi geniş bir alana kurulu, içeriye girer girmez kocaman eserler karşılıyor ziyaretçiyi. Küçük işleri de yok değil, ama çoğunlukla epey büyük figürler çalışmış sanatçı.

İşlerin büyüklüğünün yanı sıra belki de en çok malzemesi dikkat çekiyor, zira ahşap, deri ve kösele malzeme kullanmış. Ve muhtemelen amatörlüğümden kaynaklı olarak, sanki sadece bu malzemeleri kullanmak için bu figürleri oluşturmuş gibi bir izlenim edindim ilk başta.
Daha sonra sergi kitabındaki bir röportajında okuduğum kadarıyla, Ariş malzeme olarak deriyi çok seviyormuş, deriyi her aşamasında kendisi işliyor, temizliyor, cilalıyormuş... Esnek, yumuşak, hafif, dayanıklı olması, kolay işlenmesi yüzünden tercih ediyormuş.
Tanıtımında Levent Çalıkoğlu şöyle yazmış: “Deri ve kösele hem ağaç hem de çamur tadı vermektedir ve bu sanatçının hoşuna gider.” Hoşuna gittiği belli; zaten kendisi severek yapmasa, bizim de izleyici olarak sevmemize imkan olmaz herhalde :)
Üstelik deri ve köseleyle tanışma öyküsü de çok ilginç: Eğitimi için Roma’dayken bir gün ayakkabı bağı almak için bir ayakkabıcıya girmiş ve yerde kiloyla satılan köseleleri görmüş. Alıp heykellerinde kullanmayı denemiş, sonra da ayrılamamış anlaşılan.
Eserlerin çoğunluğu isimsiz. Var olan isimler de ya denge ya figür ya da büst. Yani aslında kategorik etiketler bunlar, temayı bildirmiyorlar. Ariş’in tercih ettiği tema neydi, çalışırken aklında ne vardı ondan pek emin değilim. Tanıtımda “devinim ve denge” konusu üzerine gittiği yazıyor.



Devinim ve denge unsurlarına odaklandığını kesinlikle kabul etmekle beraber, bazı işlerinde sanki arka planda Orta Asya, ilk ve orta çağlar, o zamanki göçebeler var gibi hissettim. Onları okumuş, onlardan esinlenmiş gibi düşündüm. Özellikle savaşçı gibi duran at başları ve zırhlı gibi duran insan figürleri bana göçebeleri çağrıştırdı.



Denge temasına odaklanan işleriyse çoğunlukta tabii ki. Yere değen kısmı yuvarlak sivri köşeli üçgen formu verilen, dik duran bir makas gibi bir formu defalarca tekrar etmiş, tekrar tekrar aynı şeyi çalışmış. Bir de insanın üzerine oturası gelen hacıyatmazlar var bolca, çocukların üzerinde eğlenebileceği küçük tahta atlar gibiler.

Tüm bu işlerin yanında çok ayrıksı duran beyaz renkli bir büst var, alçıdandı galiba, hiç onun tarzı değil gibiydi. Eğer doğru tahmin ediyorsam, resim hocam Zeynep Hanım’ın büstünün bir eşi olabilir, çok çok benzerini atölyemizde gördüğüme bahse girebilirim. Sevgili hocam teyit edinceye kadar şimdilik bu da benim için sır olsun…

13 Mayıs 2012 Pazar

Limonlu Bisküvili Pelte

Krepten sonra bu sefer de bisküvili limonlu pelte tarifiyle tatlı tarifi serisine devam! :)
Belki daha sonra bir ara da tiramisu tarifini veririm…
Efendim, bisküvili limonlu pelte yine yapımı çok kolay, tembel işi denebilecek, ama çok hafif ve yaz sıcağında çok iyi gelen bir tatlıdır.

Malzemeler:
250 gr. petit beurre bisküvi
¾ su bardağı limon suyu
2 çorba kaşığı nişasta
2 bardak su
1 su bardağı şeker
2 yumurta
Yarım paket margarin (125 gr.)

Bu sefer kalabalık bir ekip için hazırladığım için tarifteki malzemelerin iki katını kullandım.
Bir tek yağın miktarını çok artırmadım, lazım değil!

Yapılışı:
1) Limonlar yıkanıp rendelenir. Rendelenmiş limon kabuğu ile şeker kaşıkla ezilir. 2 bardak su ve ¾ su bardağı limon suyu konup şeker eriyinceye kadar karıştırılır ve süzülür. Şekerin hepsi erimeyebiliyor, olsun, süzdükten sonra tekrar karıştırın, olmadı dipte kalan şekeri ikinci adımın sonunda nişasta ve yumurta karışımına kaşıkla eklersiniz.
2) Bir tencerede yumurtalar ve nişasta birkaç kaşık limonata konarak ezilir. Bu yumurta ve nişastayı ezme işi önemli, düzgün ezilmezse pişirirken böyle beyaz beyaz topaklar oluşuyor. Sonra limonatanın hepsi konur. Karıştırarak pişirilir.  

Bisküviler böyle küçük parçalara bölünür, en zevkli kısmı bu! :)
 3) Koyulaşınca ateşten alınır, yarım paket margarin ilave edilerek iyice yedirilir. Koyulaşmak ne demek diye soranlara not: Kıvamı yoğunlaşır, rengi açık sarıdan koyu sarıya dönüşür, karıştırmak zorlaşır, böyle muhallebi kıvamına gelirse işte o zaman koyulaşmış oluyor. Anne notu: İçinde nişasta olduğu için iyice pişirmek gerekiyormuş.

4) 20-25 cm. çapında bir tepsinin tabanına pişirme kağıdı veya alüminyum folyo konur ve hafif ıslatılır.
5) Tepsiye hazırlanan pelteden 3-4 kaşık konup yayılır.

Tarifte tabana pişirme kağıdı koy diyor, ama ben üşeniyorum...

6) Kalan ılık pelteye, küçük küçük kırılmış bisküvi ilave edilir. Karıştırarak tepsiye boşaltılır. Kaşığın tersi ile bastırarak düzeltilir.

En sonunda böyle bir şey çıkıyor ortaya. Müthiş görünmüyor olabilir,
ama bence gerçekten lezzetli...

7) Buzdolabında 5-6 saat ya da bir gece bekletilir. İkram edileceği zaman tabağa ters çevrilip kağıt çıkarılır.
İtiraf edeyim, ben bu tepsinin tabanına pişirme kağıdı koyma, ters çevirince çıkarma işini denemedim. Ters çevirmeden, sunumu gayet anti-şık bir şekilde servis ediyorum. Ama insanlar yine de seviyor. Ters çevirip de çok daha şık bir sunumla servis edeniniz olursa bana da bir fotoğrafını göndersin, ben de ibret alayım, belki ben de yaparım! :)

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Krep

Malzemeler:

2 yumurta
2 yemek kaşığı toz şeker
1 çay kaşığı kabartma tozu
1 çay kaşığı tuz
Yarım çay bardağı sıvı yağ
2 su bardağı un
1,5 su bardağı süt

Öncelikle tarif için teyzeme teşekkür etmekle başlayayım. :)
Krep yapması çok kolay, yemesi çok zevkli, bol kalorili bir yiyecek olup, ister tuzlu ister tatlı yan malzemeyle tüketilebilir. Benim tercihim sabah kahvaltısında yemek. Ama akşamüzeri de olabilir tabii.

Krep için gereken tüm malzemeler böyle.


Tüm malzemeler sırasıyla birbirine eklenir ve elektrikli bir alet, kaslı bir arkadaş veya basit bir çatal marifetiyle çok iyi karıştırılır. Nedenini bilmemekle beraber, test ettim ve karar verdim ki unu eklemeden önce elemek daha iyi sonuç veriyor. 


Malzemeleri karıştırınca bu hale dönüşüyor.
Unun ve sütün oranı tarifte belirtilmiş olmasına rağmen, bazen biraz daha az veya biraz daha fazla kaçabiliyor; o zaman da karışımın akışkanlığı değişebiliyor. Ama sonuçta elde etmek gereken karışım salata sosu kıvamında denebilir. Rivayet o ki, pişirmeden önce buzdolabında bir süre bekletmek daha iyiymiş. O “bir süre” ne kadar sürer, tercih meselesi. Örneğin ben sabredemeyip en çok yarım saat ancak bekleyebiliyorum. Ama buzdolabındaki soğuğun karışımın kıvamını koyulaştırdığı ve daha iyi sonuç verdiği de tarafımca test edildi, onaylandı.

Tavaya dökülen karışım bir iki dakika
içinde böyle benek benek oluyor.
Buzdolabından çıkarınca öyle hemen tavaya dökmek yok. Önce tava içinde hiçbir şey yokken ateşte ısıtılacak. Tavaya çok az yağ damlatanlar da var, ama bence gerek yok. Zira hem malzeme yağlı, hem de yapışmayan tava kullanıldığında sorun çıkmıyor. Tava ısınınca karışımdan bir kepçeyi tüm tavaya yayarak omlet gibi pişirmek de mümkün, benim yaptığım gibi çorba kaşığıyla küçük küçük birkaç parça halinde pişirmek de.



Kısık ateşte pişirmek gerek, zira ateşi çok açınca birden yanıveriyorlar. Yavaş yavaş, acele yok, zaten birkaç dakikada hemen hazır oluveriyor. Karışım benek benek olup güzel güzel kokmaya başladığında yavaşça ters çevirmek ve arkasını da pişirmek gerek. Çok hafif kahverengi olduğunda artık hazır demektir.

Afiyet olsun!


Gelelim en zevkli kısma: Dilediğiniz malzemeyi kreplerin üzerine sürüp afiyetle yemek! Krem peynir, reçel, bal veya Nutella kullanılabilir. Başka bir önerisi olan varsa bana da söylese ne güzel olur… :)