11 Nisan 2012 Çarşamba

Üretim ve Tüketim Üzerine Üç Film


İstanbul Film Festivali’nde bu sene şanslıyım, hem artık daha fazla zaman ayırabiliyorum hem de görmek istediğim tüm filmlere bilet bulabildim, üstelik acele etmememe rağmen! “Festival coşkusu” dedikleri şey tam olarak neye benziyor bilmiyorum, ama eğer normalde başka yerde izleme fırsatı bulunamayacak aykırı filmleri görebilmenin verdiği doyumsa tarif edilen, çoktan festival coşkusuna kapıldığımı söyleyebilirim.  

Üç filmden söz edeceğim: ikisi geçtiğimiz hafta sonu festivale izlediğim Mavi Çin ve Hammadde, üçüncüsüyse bu yazıyı yazmadan önce internetten tekrar izlediğim Story of Stuff. Birbirlerini o kadar iyi tamamlıyorlar ki, üzerine düşünmeden edemedim.

Mavi Çin, Micha X. Peled’in yönetmenliğinde 2005’te çekilmiş bir belgesel. Çin’de bir kot fabrikasında işçilerin çalışma koşullarını anlatıyor. Kamerayı parçalayıp kaçak bir şekilde içeri sokarak ekip belli ki hem kendi hayatını hem de görüşme yaptıkları işçilerin hayatını tehlikeye atmış. LiFeng fabrikasının sahibiyle çekimler yapmak için girişimcilik üzerine bir film yaptıklarını söylemişler ve böylece izin koparmışlar.

Filmde odakta 17 yaşındaki Jasmine’in hikayesi var. Çiftçilikle geçinen ailesinden ayrılıp iki gün iki gece süren tren yolculuğu sonrası geldiği şehirde fabrikada çalışmaya başlıyor. Diğer işçiler de onunla yaşıt, hatta ondan daha küçük. Fabrikada 12 kişilik odalarda beraber yaşıyorlar. Yıkanabilmek için sıcak suyu ve yemekhanede verilen yemekleri parayla satın almak zorundalar. Günde 15-16 saat çalışıyorlar, fakat sürekli acilen yetiştirilmesi gereken siparişler oluyor ve geciktirmemek için tüm gece uyumadan çalışıyorlar. Haftanın yedi günü çalışıyorlar, hiç izinleri yok. Sadece senede bir kere yılbaşında eve gidebiliyorlar, o da eğer yeterince para biriktirebilmişlerse. Gece şehre gezmeye çıktıklarında, işbaşında yorgunluktan uyuyakaldıklarında ya da şeflerin hoşuna gitmeyen en ufak bir durumda ceza olarak paraları kesiliyor. Tüm bunlara rağmen kazandıklarını ailelerine gönderebilmek için uğraşıyorlar.


Fabrikada böyle kesintisiz çalışmalarının karşılığı ayda yaklaşık 100 Dolar. Parça başına ücret aldıkları ve her parçanın ücreti değişebildiği için ay sonunda ellerine ne geçeceğini takip bile edemiyorlar aslında, verilene razı olmak zorundalar. Ödemeler her ay söz verilen günde yapılmıyor, bazen 3 ay para alamadıkları oluyor. Buna karşı duracak hiçbir güçleri yok, zira örgütlenmek ve grev yapmak yasak.

Tüm bunlara karşın patron hat sanatıyla uğraşıp “ruhunu dinlendiriyor” ve işçilerini yazıp duvarlara astığı, çalışkan ve itaatkar olmayı öğütleyen sloganlarla “eğitiyor”. Karısıysa bereket için her sabah bitmek bilmeyen dualar okuyor. Çevredeki diğer fabrikalarda koşulların çok daha kötü olduğunu, işçilerin açgözlü olduklarını, köylü oldukları için çalışma disiplinine sahip olmadıklarını söylerken patronun söylediklerine gerçekten inandığını hayretle izliyoruz.

Nasıl oluyor da bazı ürünler bu kadar ucuz olabiliyor, nasıl oluyor da habire alıyor alıyor alıyoruz? Cevabın bir kısmı bu filmde açık açık duruyor işte. Çin’de daha çocuk yaşta köle gibi çalıştırılan işçilerin emeğinin karşılığı ödenmiyor, yani aslında bizim tükettiğimiz ürünlerin parasının çoğunu onlar ödemiş oluyor.

Filmdeki en etkileyici anlardan birisi tam da buraya dokunuyor: Jasmine, yaşıtı olan çocuklar mı giyiyor acaba diye merak ederek, ürettiği kot pantolonun cebine koymak için bir mektup yazıyor… Pantolonların büyüklüğüne çok şaşırıyorlar, kendileri gibi üç kişi girebilir içlerine zira. Oysa bizim için ne kadar normal değil mi, habire yiyen yiyen ve yiyen Batılılar…

Tükettiğimiz şeylerin nasıl üretildiğini gördükten sonra, üzerine bir de tüketip çöpe attıklarımızın başına neler geldiğini izledim. Hristos Karakepelis’in çektiği 2011 yapımı Hammadde de belgeselvari bir film, Yunanistan’da geçiyor. Plastik brandalardan yapılmış çadırlardan, derme çatma kulübelerden oluşan, adı olmayan bir gecekondu bölgesinde yaşayan Romanlar üç tekerlekli küçük pikaplarıyla gece-gündüz Atina’yı turlayarak çöplere, yol kenarlarına bırakılan metal eşyaları topluyorlar. Topladıklarını götürüp sattıkları hurdalıkta metaller önce tartılıyor ve kilo başına ücretlendiriliyor. Sesini duyduğumuz işçi diyor ki, “biliyorum 500 kilodan az değil, ama 300 kilo tartıyorlar, kabul etmek zorunda kalıyorum, çünkü başka seçeneğim yok.”  

Bir hurdalıkta yan yana, üst üste dizilmiş eski buzdolaplarını, çamaşır makinelerini gösteriyor kamera, sonra bir de yan yana, üst üste dizili evleri. Bir kenara atılmış eşyalar gibi, tıkış tıkış apartmanlarda oturan bizler de tükeniyor muyuz, tüketiliyor muyuz acaba? 


 Arnavut, Türk ve Hintli geri dönüşüm işçileriyle kendi dillerinde yapılmış çekimler de var. En çok etkilendiğim Hintlilerin hikayesi oldu. Metallerin toplanıp getirildiği fabrikada çok yüksek sıcaklıklarda metali eritip kalıplara döküyor ve inşaatlarda kullanılan demirleri oluşturuyorlar. Onlar da tıpkı Çin’deki Jasmine gibi günde 15-16 saat çalıştıktan sonra ağrılarıyla uyuyakalıyorlar. Dumandan öyle kötü etkileniyorlar ki, şiddetli öksürükten mustaripler. Dişlerini fırçaladıklarında tükürdükleri suyun siyah renkte olduğunu söylüyorlar. İnşaat demirleri tıra yüklenip savaşta yıkılan binaların yerine yenilerinin inşa edildiği Lübnan’a gönderiliyor. Küreselleşme böyle bir şey olsa gerek: Roman, Arnavut, Türk ve Hintli işçiler Yunanistan’da çalışıyor, üretilen ürün Lübnan’a gidiyor!

Bu iki filmi peşi sıra izlemiş olmam tamamen tesadüf. Ama çok iyi bir tesadüf oldu bu, çünkü üretim ve tüketim gibi madalyonun iki yüzünü göstermeleri bakımından, daha önce de sözünü ettiğim gibi birbirlerini çok iyi tamamlıyorlar. Belki de Story of Stuff’ı daha önceden izlemiş olduğumdan, örneğin Mavi Çin’den sonra aklıma ilk gelen şey “artık kot almayacağım” oldu. Çünkü o 20 dakikalık müthiş videoda doğal kaynakların çıkarılması, fabrikalarda üretim, mağazalarda satış, tüketim ve atıkların yok edilmesi sürecinin kilit noktasının alışveriş yapmak, bir şeyi satın almak ve tüketmek olduğu mükemmel bir şekilde anlatılıyor. Denklemdeki “altın ok” gerçekten de tüketime işaret ediyor. Biz talep etmez, tüketmezsek tüm dengenin nasıl bozulabileceğini gösteriyor.  


Medya bizi modadan haberdar etmekle kalmıyor, sadece ve sadece tüketimi gösteriyor, sadece moda olanı tüketerek mutlu olacağımızı öğretiyor. Ana akım medyanın asla göstermediği üretim ve geri dönüşüm süreci ise işte böyle aykırı filmlerin konusu olabiliyor ancak.

Ben de filmleri sadece izleyerek tüketmek değil, bu yazıyı yazarak üretmek istedim…
   

3 Nisan 2012 Salı

9. Eğitimde İyi Örnekler Konferansı


Öğrencisiyken çok da mutlu olmayarak gittiğim o uzak kampüse, artık öğrencilikle ilgim kalmamışken geri dönmek ne kadar da keyifliydi.

Sabahın sekiz buçuğunda “mis kokulu” (!) kampüse varır varmaz ilk yaptığım yemekhaneye gidip o çok özlediğim kakaolu kekle ikinci kahvaltımı etmekti. Sonra açılış panelinin yapılacağı salona gidip dostlarla kucaklaştım, kaydımı yaptırıp yaka kartımı ve programı alıp ilgilendiğim sunumları seçmeye koyuldum.

İçeriye girdiğimde geç kalmak asla adetim olmamasına karşın hoş geldin konuşmalarını kaçırmıştım, ama Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın okulöncesi eğitimin önemine ilişkin harika konuşması tam da yeni başlıyordu. Meselenin rasyonelliğine ve ekonomik faydasına gereğinden fazla vurgu yapmaya kendisini zorunda hissetmesi ne fena. Oysa ne güzel bitirdi: “Bir çocuğa ailesi sahip değildir, çocuk aslında topluma aittir.” Çocuğun gelişimi için en doğrusunu, sırf çocuğun gelişimi için en doğrusu olduğundan dolayı yapmak değilse, bir toplumun daha önemli ne görevi olabilir ki?

Ardından çok büyük merakla beklediğim 4+4+4 paneli başladı. Kesin çok tartışmalı geçecekti, hatta protestolara bile sahne olabilirdi. Nitekim oldu da… Konuşmacıların yeni yasaya muhalif söyledikleri her şey uzun uzun alkışlandı. Balıbey yeni düzenlemeyi savunacak bir şeyler söyleyecek oldu, alkışlarla ve dinleyicilerden gelen cevaplarla susturuldu. Konuşması böyle bölününce anında üslubunu bozdu elbette. Bence en pasif protesto yöntemlerinden biri olan alkışa bile tahammülü yok iktidarda olanın; hem zaten alkışlasan ne yazar, çoğunluğu temsil ettiğini iddia edenler kendi bildiklerinden zerre şaşmadıktan sonra…

Her sene giderek artan sayıda katılımcı öğretmenler, sunumların yapıldığı sınıfları tıklım tıkış doldurdular ve hem yeni sistemle ilgili endişelerini paylaştılar hem de birbirlerinden öğrendiler. Daha önceki karşılaşmalarımızda da hep aynı şeyi düşünmüştüm: Nasıl olur da MEB’in öğretmenlere sunduğu kaynaklar bu kadar kısıtlı ve yetersiz kalır? Nasıl olur da MEB’in kaynaklarının dışına çıkmak isteyen öğretmenler nereye başvuracağını bilemez? İyi örnek teşkil eden eğitimcilerin kullandıkları kaynaklara erişebilmek için çırpınan öğretmenler, işte benim gözlemlediklerim arasında en çok dikkatimi çeken manzara.

Orada olmak ve eğitim dünyasında neler olduğunu biraz olsun koklamak çok iyi geldi bana. Konferansın düzenlenmesinde emeği geçen tüm ERG’li dostlarıma çok teşekkürler…

http://www.egitimdeiyiornekler.org/

2 Nisan 2012 Pazartesi

Sesli Kitaplar

Görme engelli bir tanıdığınız bir arkadaşınız yoksa, bu memlekette varlıklarından dahi haberdar olmadan yaşamaya devam edebilirsiniz. Diğer tüm engelli grupları gibi aslında… Nüfusun %10’unu oluşturmalarına rağmen, engelliler evlerinden çıkmaz, çıkamaz, sokaklarda görünmezler bu ülkede.
İşte benim de görme engelli yakın bir arkadaşım sayesinde tanıştığım yepyeni ve kocaman bir dünya var. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı’na (GETEM) beni ilk götürdüğünde oradaki görevli sesimin kitap seslendirmeye çok uygun olduğunu söylemişti. Ardından bilgisayarıma gerekli ses kayıt programını yüklettim, mikrofonlu bir kulaklık edindim ve başladım görme engelliler için kitap okumaya. Sonrasında diksiyon kursuna bile gittim üstelik! Meğer doğru bildiğimiz ne çok yanlış varmış konuşurken yaptığımız… Diksiyon kuralları da başka bir yazının konusu olsun.
Kitap seslendirmek için gerekli ekipman sadece bu kadar!

GETEM’e online üyelik ücretsiz, fakat sadece görme engelliler için. Kataloglarındaki binlerce sesli kitap ilk karşılaştığınızda çok şaşırtıyor. İtiraf ediyorum, sadece kitap okumadım, arkadaşımın şifresini kullanarak birçok kitabı da indirerek dinledim. Saatlerce trafikte beklemek zorunda kaldığım zamanlarda midem bulandığı için bir şeyler okuyamadığımdan radyo tiyatroları imdadıma yetişti. Devlet tiyatrosu sanatçılarının müthiş sesleriyle canlandırdıkları oyunların efektörü çoğu zaman tek bir efsane isim: Korkmaz Çakar!

Son zamanlardaysa özel şirketlerin kurumsal sosyal sorumluluk departmanlarında veya sivil toplum kuruluşları arasında popülerleşti kitap seslendirme projeleri geliştirmek. Örneğin cezaevlerindeki gençlere görme engelli akranları için kitap seslendirten projeler var. TÜRGÖK’ünki gibi…
GETEM’in web sayfasında okunmayı bekleyen daha birçok kitabın listesi mevcut. Keşke çok daha fazla kişi hem kendisi için hem de görme engelli kişiler için daha fazla kitap okusa. Böylece belki Türkiye’de günde ortalama beş saat televizyon seyredilirken, kitap okumaya yılda sadece altı saat ayrıldığını; bir Japon’un yılda ortalama 25 kitap okurken, Türkiye’de bir kişinin ortalama on yılda bir kitap okuduğunu söyleyen istatistikler biraz olsun değişir…